Özgürlük…
Alt tarafı üç heceden oluşan bu kısacık kelime, boyundan büyük anlamlar taşıyacak kadar kapasite sahibiydi. Dünyanın ”ben en güçlüyüm” diye haykırarak gezen, böbürlenen iri yarı insanından katmer katmer güçlüydü bu değişken soyut kelime. Hafife alınmayı hak etmeyecek kadar kritik bir değeri vardı. Kareli bir kağıtta sadece beş adet kareyi kaplarken, insan hayatında kapladığı alan sonsuzluk kadardı. Özgürlük, sen nereye gidersen git, oraya koşa koşa gelen bir haslığa ait; bir sakızla en çok benzeşen isim kökenli türemiş bir kelimeydi.
Özgürlük; bir kelebek için yüzyıl yaşamaktı, bir taş için koskoca denizin derinliğinde oradan oraya sürüklenmekti, kafeste tıkılıp kalmış bir ev kuşu için bulutların beyazlığıyla süslenmiş masmavi gökyüzünde yılmadan kanatlarını çırparak doyasıya süzülmekti, deli aşık bir kadın için canını gözünü kırpmadan vereceği adamın dudaklarında parmak uçlarını gezdirmekti, ömrünü tek bir kadına adamış bir adam için o kadını saçlarının her telinden koklayarak öpmekti.
Özgürlük; cansız bir varlığa hayat verdirecek, canlı bir varlığa ölmeyi bile göze aldıracak bir hayaldi.
Özgürlük…
Bir nebzeydi.