Loading

ÖLÜLER EVİNDEN ANILAR

 Yüzlerce kişinin tıklım tıklım doldurduğu camiden taşan gözyaşları ateş olmuş, bir tencere başında bir bir değişen ellerde kavrulan helvada birleşmiştir tüm anaların yüreklerini.

 Bir ana ağır ağır çevirdiği tahta kaşığa doğru dalgın bakışlarla iç geçirir: 

– Ne misafirperver kadındı rahmetli. Ne çok severdi evinde insan görmeyi. Uzun yıllar yüzlerce çocuğa hem ana hem baba olmuş. Öğretmenliği de insanlığı kadar mükemmelmiş ki, ne çok öğrencisi bulur buluşturur adresini de gelir elini öperdi.

-Analığı da yetiştirdiği çocuklardan belli, dedi odanın bir köşesinde oturan Hatice hanım. Yıllarca kapı komşuluğu yaptığı arkadaşını kaybetmenin hüznü tam yarım asır karşılıklı sade kahve içtikleri hasır sandalyeli oturma köşesine diktiği bakışlarından akıyordu. Aşure yapıp birbirlerine dağıttıkları o günlerin ardından kavrulan bir helvayla baş başa kalmış olmanın üzüntüsünü saklamıyordu sesi. Mukadderat iste. Bir sevilen daha gitmişti ebediyete.

 Doksan dört yaşına rağmen berrak hafızasıyla hatırladıklarını aynı billur ifadeyle dilinden dökülenleri anlatıp gülümsediler. Genç analara verdiği öğütler kadar her ananın yürek birliğiyle ‘’Allah kimseye yaşatmasın’’ dedikleri o büyük acısıyla da hep gönülden dinlenmişti. Seveni ne çoktu Mukaddes hanım teyzenin.

 Ama içlerinden biri Mukaddes anasını bir başka sevmiş, bambaşka duygularla gönüldaşlık etmişlerdi birbirlerine. Ona son görevini yapmak için değildi helva ateşinin önünde sabırsızca bekleyişi. Songül’e göre gidenin ardından uğruna yapmaya çalışacakları, hakkında edilen laflardan daha kıymetliydi. Mukaddes anası demişti ya bir gün ona. ‘’Kızım üzül, ağla. İnsansın. Anasın. Ama küsme oğluna. Hele uğruna can verdiği onun için kıymetliyse. Bak bana. Oğlumun canı pahasına yaşatmaya çalıştıklarını sevmekten hiç vazgeçtim mi?’’

 Tesellisinde bile yüreklilik vardı Mukaddes anasının.  Ama ayrılık yamandı. Zamansız ve amansızdı…

 O günden sonra hiç küsmemişti Songül oğluna. Ama unutabilir miydi olanları? Yüreği Mukaddes anası gibi evlat acısı yaşamanın ateşiyle hala tütüyorken.

 Songül’ün kendi evinden getirdiği tencerede tahta kaşık darbeleriyle, dipten üste doğru kardığı helva tepesinden yüreğindeki sarp dağlara doğru bir yol uzanıyordu.  Kızardıkça kokusu yükselen ve tüm evi saran Mukaddes anasının helvası onun da hatıralarını canlandırmıştı. Her iş günü yollarda aç kalmasın diye yolluk hazırlama telaşı yaşadığı oğlunu karşılıksız bir sevda çıkmazında yok oluşa yolcu etmişti bir sabah vakti. Dünya gözüyle son kez bakmıştı tıraşlı, çiçek bozuğu yüzüne oğlunun. Semih ise hayatla bağını koparacağı o gün son kez almıştı taze kızarmış sigara böreklerini anasını cennet kokan ellerinden.

 Songül, Mukaddes anasının fotoğrafıyla göz göze gelince içine çekildiği acı girdabında duraksadı. Saatin hemen yanında, acılarla çakıldığı duvarda, yılları bir çerçeve içine sabitlemiş o fotoğrafta ne güzel gülümsemişlerdi ana oğul. Gelecek güzel günlerin ümidiyle. 

 Bir an Mukaddes anasının: ‘’Bil ki mutlu son diye bir şey yoktur. Bir şey de son varsa orada mutluluk yoktur.’’ diyen sesi kulaklarında çınladı. Hiç okumadığı halde Mukaddes anasının dilinden dökülüp, yüreğini titreten Dostoyevski’yi tanımadan sevmişti. 

  EZİLENLER

 Taziyeye gelenler, buldukları bir boşluğa sessizce sokulup, tüm evi saran ağıt ninnisini dinliyorlardı. Songül de ne çok uyutmuştu bebeğini o mahzun ezgiyle. Ama en çok da o hazin bölümünü söylerken yüreği burkulur, kaygısız bir uykuya dalmış bebeğini ıslak gözlerle öperdi. Gözünden damlayan bir gözyaşıyla irkilen yavrusu tekrar uyusun diye dudaklarını kıpırdatmadan içinden mırıldanırdı. Bebeği kollarını iki yana salıp da sakin bir huzura kavuşunca ağlamaya başlardı. Ne çok dokunurdu o sözler yüreğine… ‘’Susun garip kuşlar ötmeyin susun, yetimler güzeli yavrum uyusun. ’’ Genç yaşında aşksız, dölsüz ve yalnız kalışından çok, oğlunun babasını hiç tanımayacak olması yaralıyordu kırık kalbini. 

 Acısına hürmetten kimse seslenmedi, harmanladığı helva kaşığını elinden almaya yeltenmedi Songül’ün. Ocağın başında, ateşi yedikçe her bir tanesi ısınan helvayı karıştıran Songül’ün yüreği de acılarla kavrulmuş, bir araya gelemeyecek kadar dağılmıştı. Kederin yangınıyla küllenmiş umutları artık ona dokunacak hiçbir elde mutluluk bulamayacak kadar tükenmişti.

 Bir can hariç. Bir tek Mukaddes anası anlamıştı afetlerle harap olmuş ruhunun enkazı altında saklananları…

 ‘’Aşk gürültü çıkarır kızım’’ demişti bir akşamüstü batan güneşin kararttığı balkonda. Kar tanesi gibi usul usul sessiz başlasa da, seviyor mu, sevmiyor mu gelgitleriyle büyür de büyür, çığ olur, yutar seveni. Her kış olağan olsa da, göz için sevinç değil mi ilk yağan karla rastlaşmak? Kar taneleri kadar benzersizdir her kalbin sevişi. Senin oğlan sessiz sevip de yüreğine mühürleyenlerden. Oncacık yüreğe o ağırlıkta yük sığar mı? Patlar elbet. Senin oğlan asmamış kendini kızım. İlkin vurulmuş ve öyle ölmüş. Ölü bir canken geçirmiş o ilmiği boynuna. Ya benim oğlum kızım? Yüreği sadece bir tek yürek için değil binlercesi için atarken, yaşam saçarken durdu. Nefesi uzandığı ellere tutunup, sevginin yolunda yürümeyi düşlerken bir başka elin boynuna geçirdiği iple söndü. Benim oğlum iki kere öldü kızım. Hayalleri, umutları can çekişsin diye çabalayanlar, gençliğinden sordular hesabını. Senin oğlan çoktan ölmüştü o ilmeği boynuna geçirmezden evvel. Benim oğlum iki kere öldü kızım. Bir ana nasıl taşısın bunun kahrını?

İNSANCIKLAR 

 Semih ne çok sevmişti demek çarpık çarpık yürüyen, küçük dağları ben yarattım tavırlı o kızı. Sohbet esnasında ‘Nobran surat’ diyordu öfkeyle. Oğlunun uğruna can verdiği kızın adını ağzına almıyordu. Dili değil içi almıyordu o kızı kişileştirmek. ‘’Ben ona bin kız bulurdum bir açılsaydı’’ diyordu hayıflanarak. Değer miydi biri için hele bir de o kız için canından olmaya? Deli bu çocuk, zırdeli, diyordu hep. Hayattaymış gibi.

 -Kıymetini sevecek kalp aramaya çıktığında anlar kızım, demişti bir öğle vakti Mukaddes anası. Songül gülsün diye Nobran surat demişti kızdan bahsederken ilk kez. Senin oğlan sevdiyse muhakkak bir kalbi vardır o kızın. Böylesine büyük bir sevdanın kahramanı alelade bir kalbe tutulur mu hiç? Ama bu sohbetten iki ay sonra Nobran suratın geniş bir aşiretin eşrafı bol ailesine gelin gittiği haberi geldi. Semih’ine ‘’Ayrı dünyaların insanıyız’’ dememiş miydi bu fakülteli kız?  Mukaddes anası buğulu gözlerle Songül’e bakmış: ‘’Sevilmeye değer bir şey bulmuş ya kızım oğlun tüm çıkmazlarına rağmen. Feda edecek kadar tüm hayatını’’ demişti yutkunarak. 

 Bir akşam demli çaylarını alıp, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanından o bölümü okumuştu puslu sesiyle Mukaddes ana:

 ‘’Fabrikalarda dokuz yaşında çocuklar görmüşümdür. Sıska, cılız, iki büklüm olmuş, bozulmuş çocuklardı bunlar. Havasız koğuş, durmadan çalışan makinalar, sabahtan akşama dek aralıksız çalışma…Bu yaşta çocuğun ruhu için gerekli olan bunlar mıdır? Güneşe, çocuk oyunlarına, her zaman iyi örneklere ihtiyacı vardır onun. Hiç olmazsa bir damlacık sevgi ister. Olmamalı bu, olmamalı, çocuklar ezilmemeli, hep birden ayaklanıp uyarın insanları, uyarın…’’

 Songül, Mukaddes anasını dinlerken bir anda odayı saran sessizlikle irkildi. Mukaddes anasını gözleri pencereden odaya dolan karanlığa dalmıştı.’’ Bir torun bırakmadı ya geride kızım. Onun gibi gülümseyen bir çocuk. Uğruna can verdi, ama ya, hep onların geleceği için. Şimdi nereye baksam oğlumdan canlar görüyorum etrafta koşturan’’ demişti, parlayan gözlerle.

22 KASIM 2014

 Bir ölüm daha sarsmıştı Songül’ün dünyasını. Mukaddes anasıyla sohbetlerini, onun tesellisindeki nezaketiyle yaralarını sarışını şimdiden özlüyordu. ‘’İntihar diye bir şey yok kızım’’ demişti bir gece Songül’e. Ölüm vardır tek. O geldi mi nasılı, niçini hükmünü yitirir. Bir kere ölen, iki kere ölenler var bir de. Biri senin, biri benim oğlum gibi. Senin oğlun çok önce ölmüştü kızım. O kıza vurulduğu gün. O ilmeği boynuna geçirirken yaşamıyordu Semih’in kızım. Sadece artık ölü bedenini taşımak istememiş peşinde. O ağacın altında bırakmış. Benim oğlum iki kere öldü kızım. Umutları ve gençliği için can verdi. İki kere yaşadım ben acıyı.

Biz bu sonbaharda buluşacaktık

Bahar geldi geçti sen gelmez oldun.

 Songül Mukaddes anasını dinlerken uzaklara dalıp gittiği bu şarkıyı söyledi içinden. Bir gün Semih’iyle buluşacağı ümidiyle.

Bir sonbahar günü kavuşmuştu Mukaddes Gezmiş Denizi’yle…

Psikeart Dergide yayınlanmıştır.

Reklamlar

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: