Uzaktan gelen araç sesiyle birden gözlerini açtı. Gözleri büyüdü, dinledi, bu gelen bizimkilerden diye düşündü. Yine de içi rahat etmedi, eliyle tüfeğini yokladı, tüfeği koynundaydı. Tüfeğin kayışını her zaman olduğu gibi boynuna dolayıp yatmıştı. Sola döndü, camı eliyle tıklattı. Dışarıdan birisi soruyu anlamış, hemen arkadaşını yanıtlamıştı: ‘Tugaydan geliyor, yat, yat!’. Nihayet tuttuğu nefesini verdi. Tekrar sağına döndü, bir, iki, üç demeden uyudu.
Mehmet’in birliğe katıldığına neredeyse bir buçuk ay olmuştu. Acemiliğini üç ay gibi bir sürede tamamladıktan sonra hiç izin kullanmadan usta birliğine katılmıştı. Bir tek annesiyle babası acemiliğin sonundaki yemin törenine gelmiş, törenden sonra onu yolcu edene kadar da birlikte vakit geçirmişlerdi, oğullarını sınır karakoluna gönderecek olmanın verdiği bir kırıklıkla. Mehmet, özellikle son zamanlarda, geçmiş yaşantısına dair hatıralarını anımsamakta çok zorlanır olmuştu. Gelgelelim annesiyle babasının onu uğurlama anını unutamıyordu. Çoğu geceler gerçekle hayal, düşle anıları birbirine giriyor ve kabus gibi karanlık düşlerin peşi sıra babasının otobüse son bakışını görüyordu; korkusunu gizler gibi bir dik duruşla, öylesine mağrur, gözleri kısık, adem elması iyicene çıkık, oğlunu mutlak bir inançla teslim eder gibi ve ardında kalan annesini teskin eder gibi. Bundan öncesi ise sanki hepten bir düş gibiydi.
Uyandı. Burada daima kuş uykusu uyunurdu. Ne kadar yattığını yine anlamadı. Camın önündeki nöbetçiyi bir bakmayla tanıdı, Serhat’tı. Buradayken duyularının ne kadar keskinleştiğine kendi de şaşırdı. Sivildeyken sabah yataktan kalkmadığını hatırladı birden. Kendi kendine güldü. Yataktan doğruldu, birkaç dakika içinde açıldı uykusu. Çevik hareketlerle yatağını topladı, kamuflajlarını giydi. Botlarını aldı, hızlıca temizledi, sonra ayağına geçirdi. Kapının önüne çıktı, temiz havayı kokladı. Hava soğuktu. Birkaç dakika dineldi. Sonra nöbet yerine doğru yürüdü. Serhat bu saatte sessiz sedasız geleni komutanı sanmış, yarı uyur halinden bir anda uyanmıştı:
- Sen miydin lan, ben de komutan sandım! Hayırdır, yatamadın mı gene?
- Yatamadım.
- Daha iyicene ezilmemişsin demek ki. Ezilsen ayakta bile uyurdun. İnsan yatakta nasıl uyuyamaz hiç anlamadım. Duracan mı bari?
- Duracam, hadi sen git yat.
- İyi, tamam. Uyuma ha!
- Uyumam.
- Hadi o zaman, sana iyi nöbetler.
- Sağ olasın.
Serhat gözden kaybolunca Mehmet tüfeğini nöbet duvarına yasladı, parkasının cebinden dünden sardığı tütünlerden birini çekti, ucunu yalayıp dudağına koydu, diğer cebinden çakmağını çıkardı. Eliyle siper ederek sigarasını yaktı ve yakar yakmaz bir eliyle çakmağını cebine koyarken diğer avucuna da sigarasını aldı. Burada sigara içmesi bile meseleydi, illa ki sigarayı avucunun içinde saklamalı, alevini açık etmemeliydi. Tüfeğini tekrar aldı, omzundan çapraz geçirdi. Sigarasını içmeye devam etti, şafak atmasına bir saat gibi bir zaman olduğunu fark etti. Nöbet yerine yaklaşık yarım saat erken gelmişti. Askerde emir olmadan bir şey yapmana imkan yoktu. Nöbet yerini terk edemezdin ama erken geldin mi kimse bir şey demezdi. Emir dışında uyumak yasaktı ama uyanmak yasak değildi. Kimse fazladan yapılan mıntıkayı sorgulamaz, gönüllü olarak bulaşık yıkamak isteyene mani olmazdı. Bunları düşününce güldü, gülerken dişlerinin arasından sigara dumanı havaya savruldu. ‘İnsanlar ne garip!’ diye düşündü. ‘Beş, on dakika fazladan uyumak için canını verecekler neredeyse!’.
Kamuflajının yan cebinden asker defterini çıkarıp açtı. Acemi birliğinde herkesle birlikte o da askeri kantinden bu ufak bloknotu almış, arkadaşlarının telefonlarını tükenmez kalemle not etmişti. Bloknotun ilk sayfalarında ve sonlarında tam metin marşlar basmışlardı. Boş sayfaların ilkine ise acemilikten bir arkadaşı şafak çizelgesi yapmıştı. İlk altı aya da komple ‘şafak karanlık’ diye not düşmüştü, notu görünce güldü. Hala karanlık şafaklardayım diye düşündü. Sonra sesli bir şekilde çizelgeyi yapan arkadaşına söylendi: ‘Şerefsiz!’.
Acemilik bile çok uzak gibiydi şimdi. Her bir arkadaşı bir yere dağılmış, kendisi de otuz iki kişilik bu karakola gelmişti. Karakol, sınırdaki dağların yükseğinde, kartal yuvası gibi sarp ve araziye hakimdi. Etraftaki soluk kayaç renklerine benzer renklere boyalı bir koğuş ve bir de ufak komutan odasından ibaretti. Her gün tugaydan çıkan bir zırhlı devriye aracı kontrole gelir, birlik komutanı ile karşılıklı selamlaşır ve bilgileri aldıktan sonra geri giderdi. Devriye aracı Mehmet’in de bulunduğu sınır karakoluyla beraber toplam yedi karakol gezdikten sonra tugaya dönüş yapardı.
İlk gelişini hatırladı buraya. Önce Şırnak’a uçakla gelmiş, havalimanında kendisini askeri birlik teslim almıştı. Üç gün kaldığı geçici birlikte her türlü birikmiş işi yaptırmayı ihmal etmeyen komutan yolcu ederken tüm birliğe seslenerek, son emrini vermişti:
- Ölmeyin ha, emirdir!
- Emredersiniz komutanım!
Sonra zırhlı araç konvoyuyla sekiz-on saat süren yolculuk ve tugay… Tugaydan da yine zırhlı araçla birliğine getirilmişti. O gün bu gündür günleri aynı minval üzere geçmekteydi. Her gün bir öncekine o kadar benziyordu ki hafızası tüm kaslarını yitirmiş, neredeyse bir aynılığın içinde yitip gitmişti. Yaşadığı yerin üç boyutlu bir ortam olduğunu bile düşünmüyordu artık. Burası içine hapsedildiği bir fotoğraf karesiydi; koğuşu, komutan kulübesi, nöbet mevzileri ve mevzilerin baktığı sınır ile bu sınırın ötesi… Çok nadiren uzaklarda görünen dağ keçileri yahut bir takım arkadaşının söylediği türkü ile zihninde bir hareketlenme olursa olurdu. Onun dışında ise insanı çıldırtacak kadar yoğun bir uyanıklık ve aynılık vardı.
Defterini kapadı, omzundan kayan tüfeğini düzeltti. Nöbet duvarına kolunu yasladı, uzaktaki, hep aynı duran manzaraya doğru bakakaldı. Sonra tekrar başını kaldırdı, ileri geri biraz volta atmayı denedi. Volta atarken düşünmesi iyi gelirdi. Köyünü düşündü, annesini, babasını. Belki bir daha görmem diye düşündü, burada hep öyle diyorlar. Cinnet geçirip kendine sıkan bir er varmış, onu anlatıyorlar; gerçi yasak ama askerler konuşuyor. Sessiz sedasız biriymiş, kimseyle pek konuşmaz ve topluluk sohbetlerine de katılmazmış. Tezkeresine çok az kalmış ama hiç kimsenin anlamadığı şekilde bir gün nöbetteyken tek el ateş ile… her neyse!
İçi sıkıldı bu düşüncelerden. Daha güzel şeyler düşünsem daha iyi olur dedi. Birden içi kıpırdadı. İlk sevdiği kız geldi aklına, F… ve onu sevdiğini söylemeyi çabalerken kızın karşısındaki kendini hatırladı. Elleri telaş içinde, terlemiş kalakalmıştı. Ayakta durmakta zorlandığını, bir ileri bir geri gittiğini hatırladı. Kış vaktiydi; sevmiş sevmiş, artık söyleme zamanı gelmiş diye düşünmüş, her gün geçtiği yerden geçerken arkasından koşturmuş ve seslenmişti: ‘F…!’ O da dönmüş, Mehmet’in kendisine sevdasını bildiği için onu avucunda oynatmaktan sonsuz hazla, ‘Efendim?’ diyerek kaşlarını kaldırmış, belli bellisiz gülümsemişti. Mehmet ise o soğukta terden sırılsıklam olmuştu. Kelimeler dilinin ucuna gelmiş, çıkmadan hemen önce gözleri F…’nin gözleriyle cilveleşmiş ve bir anlık suskunluk Mehmet’e o güne kadar yaşadığı heyecanların en güzelini yaşatmıştı. F…’nin kumral saçları diye düşündü, zeki, keskin bakışları, yay gibi kaşları ve beyaz yüzünde, güldüğünde oluşan gamzesiyle inci gibi dişleri… Bu düşüncelere girince kalbi bir başka attı ve sonra hayalini perişan eden o sonu tekrar hatırladı: ‘Seni seviyorum ben’ diyişindeki o acemiliği ve F…’nin şaşırmış gibi yapmasını, sonra gözlerinin saman alevi gibi parlamasını, bir an onun da kendisini sevdiğini sanmasını ama sonra ‘Olmaz, ben başkasını seviyorum’ diyip oradan gitmesini… Halbuki aradan yıllar geçtikten sonra köylüsü F…’yi hep görmüş, artık hiçbir şey hissetmediğine ve o gün onun da kendisini sevmediğine sonradan şükretmişti. F… evlenmiş, birkaç yıl içinde iki çocuğu olmuş, pişman ya da mutsuz olmasa bile hayatı bir düş kırıklığına dönüşmüştü. Mehmet bunu bir karşılaşmasında F…’nin ona olan bakışından anlamış, hatta iliklerine kadar hissetmişti; öyle ki, F… bir yandan aksilik yapan küçük çocuğunu tek kolundan zar-ağıt sürüklerken bir yandan söyleniyordu ve kafasını kaldırdığında Mehmet’in ona baktığını gördü; bir an göz göze geldiler. Sanki bu bakışında F… şöyle demişti: ‘Ne bakıyorsun! Benim o kadar heyecanla severek evlendiğim hayatım da bu işte! Mutlu oldun mu? Bak, benim hayatım bundan ibaret, sen ise hala özgürsün, hala istediğini yapabilir, mesela hala bir başkasına aşık olabilirsin! Ya da şimdi yaptığın gibi gidip yıllarca şehir hayatı yaşayabilirsin!’. Ya da Mehmet’e öyle gemişti. Ama F… Mehmet’le uzaktan göz göze geldikten sonra çocuğunun canını iyice acıtmış, onun daha fazla ağlamasına sebep olmuştu. Sonra evin tahta kapısını menteşelerinden sökercesine çarparak içeri girmişti ve arkasından bağırtı ve ağlama sesleri birbirine karışmıştı. Mehmet bir daha o mahallede dolanmadı.
Kanına hareketlenme girdi bunları düşününce, tekrar saatine baktı. Nöbeti devralalı yaklaşık kırk dakika olmuş diye düşündü. Esnedi, nöbet mevzînin az üstündeki kayaya oturdu, cebinden bir sigara daha çıkardı, yaktı. F…’den sonraki hayatını düşündü. Şehre taşınmış, fabrikada işe başlamış ve ne çok kadın tanımıştı sonrasında. Köyünden gelip de kalp kırıklığı ile çalışmaya başladığı bu fabrikadaki ilişkilere başta çok şaşırmıştı. Her köşede birilerini sarmaş dolaş yakalamış, utanmış ve oradan hızla uzaklaşmıştı. Sonraları gördüğü bu manzaralara alışmış ama yine de bulaşmamıştı. Gel gör ki onun bu utangaç tavırları etrafındaki kadınları daha da cesaretlendirmişti ve bir gün N…’yi karşısında cilve yapar bir şekilde bulunca ne yapacağını bilememişti. N… ilk kadını oldu. Sonra başka kadınlarla başka zamanlar birlikte oldu ve kalp kırıklığını tümden unuttu. Artık kadınlar onun için sevda unsuru olmaktan çıkmış, başka bir anlama bürünmüştü. Cinsellik gibi basit ihtiyaçları karşılayan basit insanlardı, hepsi o kadar. Kimi zaman eve yanında biriyle döner, sabah oldu mu da yolcu ederdi. İnsan ne kadar basit!’ diye düşündü. Sonra F…’yi nasıl sevdiğini hatırladı. Yaşadığı onca ilişkiden sonra tekrar bakınca ilk sevdasına olan saygısı gözünde katbekat artmıştı. Seven insan da sevilen de başkaydı, bu yaşadıkları ise başka. Sanki insan ikisine birden sahip olamıyordu. Fabrikadaki usta başının hep söylediği bir sözü hatırladı. ‘Dünyayla ahiret iki bacıdır kardaş’ derdi Şefik Usta, ‘insan sadece birine nikahlanır. Onun gibi de bu kadın milletini ya seversin, ya da … Anladın işte, ikisi birden olmaz!’.
‘Denyo!’ diye düşündü. ‘İkisi birden olmazmış. Sevip de evlenince nasıl oluyor o zaman? … sahi oluyor mu gerçekten?’ yine içi daraldı, ayağa kalktı, ‘Aman!’. Tam bu sırada birlikten gelen birinin ayak sesine kulak kesildi. Takım çavuşu nöbet yerlerine göz atmak için gelmişti:
- Oo Mehmet, yine mi sen lan?
Mehmet güldü:
- Yine ben.
- Her sabah, her sabah dertli esersin, bilmem ki muradın ne seher yeli?
Mehmet tekrar güldü, nağmesiyle söylemişti bu dizeyi Tarık çavuş. Sonra tekrar sordu:
- Ha, oğlum? Derdin ne senin, her sabah gelip nöbeti devralıyorsun? Alıştırma bu bizim takımı, zaten tembel hepsi. Hayrola bir derdin mi var senin?
Tarık çavuş bir yandan böyle söyleyip bir yandan eliyle yüzünü kapatarak uzun uzun esnedi. Mehmet’in bu esnada söylediklerini duymadı:
- Yok abi.
- Sigaran var mı?
- Var, buyur.
Dünden sardığı sigaralardan birini çavuşa uzattı, bir tane de kendi yaktı. Aynı sıralarda tüm takım sabah içtiması için hazırlanmaktaydı, şafak atıyordu. En son Tarık Çavuş elini Mehmet’in omzuna koymuş, yüzünde bir gülümseme, otuz iki dişi görünerek bir şeyler anlatıyordu, bir şeyler…
Mehmet ne bu son sigarasını bitirdiğini hatırlayabildi ne de Tarık Çavuş’un ne anlattığını. Bundan sonraki tüm anıları başına aldığı darbelerden dolayı silikleşmişti. Hafızasında kalan son sağlam şeylerin Tarık Çavuş’la içtiği sigaraya kadar olması ne kadar garip geliyordu ama artık düşündüklerini ifade edecek bir konuşma kabiliyeti de kalmamıştı. Başını ve vücudunun çoğu yerini sargıyla sarmasalar yine kalkıp bir sigara yakacak, bu hayatın ne kadar gelip geçici olduğunu anlatmaya başlayacaktı. Boşver diyecekti, sevdaya da boşver, evlenmeye de, on dakika fazla yatmak için nöbette uyuklamaya da boşver… Bunları diliyle diyemiyordu şimdi ama belki de halinden ifade edebildiğini düşünüyordu.
O değil miydi askerde bir fotoğraf karesine sıkıştığını hisseden ve askerliği hiç bitmeyecekmiş gibi gelen? Nereden bilecekti ki kaderi onu başka bir fotoğraf karesine sıkıştırsın ve bu sefer şafağı gerçekten karanlık olsun? Geçici birlikteki komutanın ‘Ölmeyin’ emrini yerine getirmişti getirmesine ama boyundan aşağısı felç kalmış, konuşma kabiliyetini de kaybetmişti. Başına ve yüzüne aldığı darbelerden bir gözü hariç tüm yüzü sargıdaydı. Artık görüp görebileceği tek bir gözü ve bu gözün alabildiğince, hayal gücünün elverdiğince düşünebilecek bir dünyası, bir fotoğraf karesi kalmıştı kendine. ‘Bir ihtimal,’ demişti doktoru, ‘zaman geçtikçe belki tekrar konuşur ama yine de çok bel bağlamamak lazım. Bu hayatı böyle yaşayacakmış gibi peşinen kabul edin. İlerleme olursa ne alâ ama zor görünüyor’. Bilincinin sağlam olduğunu ve söylenen her şeyi anladığını belirtmişlerdi.
Hayatında görmediği kadar yüksek rütbeli komutanlar, birtakım siyah gözlüklü, sert suratlı, takım elbiseli adamlar ile bir köşede garip kalmış anası ve babası tuhaf bir zıtlıkla aynı odadaydı. Anasıyla babasının üzerinde devletin ve şanlı Türk tarihinin bütün ağırlığı çökmüştü. Takım komutanı Şeref Başçavuş asker şapkasını çıkardı, saygıyla kalbinin üzerine koydu ve başı hafif öne eğik, hafızasının ne kadar sağlam kaldığı bilinmediğinden, Mehmet’in başından geçenleri hastane odasında herkesin huzurunda bir kez daha anlattı. Anlatırken zorlandı, zaman zaman yutkundu, boğazını temizledi, gözleri doldu. Cesaretinden aldı, gözüpekliğinden, takım arkadaşları için aslanlar gibi öne atılmasından ve onun sayesinde takımın toparlanacak zamanı bulmasından bahsetti. Ve sözlerini ‘Selam olsun, vatan sağ olsun!’ diyerek bağladı. Ardından Mehmet’in başındaki tüm subaylar ve takım elbiseli sert suratlı adamlar da ‘Vatan sağ olsun!’ diye tekrar ettiler.
Kısa süre sonra Mehmet’i babasının evine teslim ettiler. Teslim esnasında tören subayları da geldi, evlatlarının nasıl bir kahraman olduğunu bir kez daha anlattıktan sonra evi terk etti. Tören ekibinin ardından köylüleri de bir bir geçmiş olsun diyerek veda edip gittiler. F… de Mehmet’i görmeye gelmişti, o da çocuğunu alarak çıktı, çıkmadan önce Mehmet’in açık kalan bir gözüne baktı, sarsıldı. Artık bakışı sitem etmiyordu, artık bakışında bir merhamet ve minnet vardı; ve bakışlarıyla bu yaşanmamış hayatı okşuyordu. Mehmet de anlamıştı ki artık F…’nin kalbinde tüm yaşanmamışlıklarıyla kendine ait bakî bir mekan vardı.
Birkaç gün sonra son ahbapları ve yatılı misafirleri de gidince Mehmet’in başında babasıyla annesi yalnız kaldı. Babası ayrı bir sedire oturmuş başı öne eğik, yerde bir noktaya bakıyor, annesi ise oğlunun elini eline almış ve sağlam olan gözüne bakarak içli içli ağlıyordu. ‘Yeter, hanım!’ dedi babası. ‘İyice üzme çocuğu!’. Sanki annesi bu anı bekliyormuş gibi bendinden boşandı. Bir yandan içli içli ağlar, bir yandan çevresiyle gözyaşlarını siler, bir yandan da oğlunun yüzünü severken onun köydeyken söylemeyi çok sevdiği bir türküyü ağıt diye yakmaya başladı. Bedeni eksildikçe sanki idraki ve yüreği büyüyen Mehmet anladı ki kadın her şeyden evvel anaydı; insana hayat veren, sonra onu esirgeyen ve ona ağlayan, ana. O tek damla gözünden annesi ağıt yaktıkça yaş aktı, kendi kaderine, annesinin kaderine efkârdan belki de; ve belki de yaşanmamış her şeye.
Ben kendimi gülün dibinde buldum, hey
Kuru kuru sevdayımış, sarardım soldum,
Aşk bir rüyayımış, kendime yordum, hey
Ay karanlık gece vurdular beni,
Yarin çevresine, sardılar beni.
Değirmen deresi bölük bölüktür, hey
İçerde ciğerim delik deliktir,
Dünya dedikleri bir gölgeliktir, hey
Ay karanlık gece vurdular beni,
Yarin çevresine, sardılar beni…