Korkuyla uyandığın rüyalar vardır. Hemen kalkmak ve rüyadan ziyade gerçekle yüzleşmek istersin. Çünkü gerçek daha az acıtır. İşte böyle bir rüyadan uyanmıştım bu sabah. Rüyanın verdiği korkuyla nerede uyuduğumu unutmuş, etrafıma bakınmıştım. Her şey yerli yerinde demek isterdim ama değildi. Çünkü yerli yerinde olacak eşyalar düzinesi yoktu, yattığım yatak haricinde. Ama olsun yine de her şey yerli yerindeydi.
İlk iş olarak yüzümü yıkamak yerine bu sefer bahçeye çıktım. Derin bir soluk alıp, yüzüme vuran gün ışığını selamladım. İşte gerçek dünyaya dönmüştüm. İçimde bir rahatlama oluşmuştu. Artık günlük rutinlerime dönebilirdim. Yüzümü yıkayıp, üstümü değiştirip, kahvaltı yaptığım mekana doğru yol aldım. Yollar bugün bitmek bilmedi. Midemin kasılmaları çok acıktığım işaretiydi.
Hemen bir çay ve simit söyleyip her zamanki yerime oturdum. Mideme giren sıcak simidin etkisiyle biraz sakinleşmiştim.Biten kahvaltının ardından kalbimi bir hüzün kapladı. Çünkü birazdan iş arama maceram kaldığı yerden devam edecekti. Kibarca kavulmalar, yok biz genç eleman arıyoruzlar, cv bırakın size dönemeyizler.. Daha hı hı lar, cık cık lar..
Kim ne arıyordu ne istiyordu bilinmiyordu.
Ya ben!
Asıl ben! Ben ne arıyordum?
Yaşamak için bir iş mi , ölmemek için bir umut mu?
Yaşamak neydi?
Umut neyin adıydı?
Ya ölüm!
Şu an yaşıyor muydum, ölüyor muydum?
Yaşam her gün ölüme daha da yaklaşmanın acısıydı. Yaşamak bir acı, ölüm bambaşka bir acı …
Bir sessizlik çöktü yüreğime. Evime doğru hızlıca yol aldım. Usulca yatağıma geçtim. Bir müddet gözlerimi kapadım ve düşünceleri beynimden uzaklaştırmaya çalıştım. Sakinleşmiştim. Evimde kendimi güvende hissediyordum. Biraz da o halde kaldıktan sonra bahçeye çıktım.
Güneş, tam tepe noktada tüm gücüyle sıcaklığını gönderse de ağacın altındaki gölgelik serindi. Kuşlar yine ağaçlara yuvalarını kurmuşlardı. Ötüşleriyle beni heyecanlandırıyor ve beni anılarıma götürüyorlardı.
Köyümüzdeki iki katlı küçük bahçeli modern evimiz gözümde canlandı. Bahçemiz ağaçtan ziyade çiçeklerle kaplıydı. Ağaçlara evin arka balkonundan ulaşıyorduk. Balkondan ağaçlara atlama tutkusu… Gülüyorum. Ne güzel günlerdi ah (!) diyorum.
Annemin sabahın erken saatlerinde kalkarak bahçede kurduğu ocakta pişirdiği patates ve biber kızartması kokusu ile uyanırdım. Bu kokunun yanında birazdan da bazlama kokusu geleceği belliydi. Hiç üşenmeden her sabah böyle bir enerjiye sahipti annem. Bense her sabah aynı üşengeçliğe sahiptim. Babam ise aynı saatlerde gür sesi ile kuranını okurdu.
Anılar peş peşe zihnime geliyor ve yüzüm kendiliğinden gülümsüyordu. Her gün ikindi vaktinden sonra kuzenlerimle ve arkadaşlarımla köyün çeşmesini doğru yürüyüş yapardık. Yokuştan aşağı yürürken köyün diğer çocukları bizi izlerdi. İşleri olmadığı zamanlar onlarda bizlere katılırdı. En çokta çeşmeden buz gibi su içmek hoşuma giderdi. Ellerimi ve yüzümü hızlı hızlı suya çarparken kendimi bulutların üstünde hissederdim. Bazen de köyün inekleri çeşmeyi bizden önce kaparlardı. Çeşmenin al tarafında biriken suyu dillerini çıkararak yalamaları izlemek ayrı bir zevk verirdi bana.
Güneş, ilk ışıklarını dünyaya gönderdiği zaman da horozların ötüşleri, koyun sürülerinin meleyişleri ve tezek kokuları…
Köye ait ne varsa sanki hepsi beni çağırıyordu. Kalktım, odama geçtim. Yatakta duran iş başvurularına bir daha baktım. Onları çöp kutusuna yerleştirdim. Üstümden büyük bir yük kalkmıştı. Sonra telefondan bir bilet aldım. Ev kokan evime doğru yol aldım. Toplam 4 saat süren otobüs yolculuğu ile ilçeye ve oradan da başka bir otobüs ile nihayet köye varmıştım. Evime doğru yürümeye başladım. İçimde sevinci ve hüznü aynı anda yaşıyordum. Köyde her şey yerli yerindeydi. Dut topladığımız asırlık ağaç bile zamana meydan okurcasına duruyordu. Biraz dut yiyip etrafı seyrettim. Gözüm bir zamanlar zar zor üstüne çıkmayı başardığım kayaya takılmıştı. Üstüne çıkmış, ellerimi açıp dağlara doğru “ben kimim?” diye bağırmıştım. Ben bağırdıkça ses yankılanıyor, her yer ben kimim, ben kimim diyordu.
Yolum devam ettim. Artık evimizin önündeydim. Büyük kapıyı açıp içeri girdim. Bahçedeki çiçekler kurumuş, evin dış boyası dökülmüştü. Ağır adımlarla iç kapıya doğru yöneldim. Anahtarı çevirirken biraz zorlandım. Nihayet kapı açılmıştı. Ayakkabılarımı çıkarmadan içeri girdim. Hızlıca odaları dolaştım. Ölü böcekler, kurumuş çiçekler ve toz kokusu…
Tozun burnuma girmesiyle hapşırmış, gözlerim sulanmıştı. Pencereyi açtım. Hemen bir esinti girdi içeri. Sonra mutfağa yöneldim. Demlik her zamanki gibi yerinde duruyordu. Mutfakta balkona açılan kapıyı açtım. Buranın manzarasını hep sevmişimdir. Balkonun sol alt köşesinden annemin kurduğu ocak aklıma geldi. Hemen dönüp baktım. Ocağın yerinde küller, birkaç tahta parçası kalmıştı.
İçim cız etti. Kalbim haykırdı:-
Annem!
Ah anacığım ne de güzel kokuturdun evimizi. İçinin sıcaklığı herkesi ısıtır, hepimiz sende huzur bulurduk.Kucağının kokusu baharın gelişiydi. Gülüşün cennete açılan bir kapıydı adeta. Kapıdan çıkıp gelecekmişsin, ‘’ haydi bahçeye inin” diye seslenmeni arzuluyordum.
Kalbimi , yağmur sonrası hüznü kapladı. Kelimelerim, düşüncelerim bir düğüm oluşturdu boğazımda. Kendimin haline mi evimizin haline mi ağlasam bilemedim. Yere çöktüm kaldım. Bir zamanlar yemek kokuyla huzur kokularıyla şenlenen evimizin yerini toz kaplı bulutlar almıştı.
Annemin ölümüyle küçük dünyam da kayba uğramış, yıllardır varla yok arasında yaşamışım.
Annemin ölümüyle evimizin, huzurumunuz ölümü aynı tarihmiş, şimdi anladım.
Annem öldü.
Yuvam öldü.