Loading

Kapının vurulma sesiyle aniden irkilerek uyandı. Çıtırtıya uyanan bir insan olarak böyle yüksek bir ses duyunca adeta yatağında zıplamıştı. Hemen saate baktı, 06.49’du. ‘Kim o’ diye kendi korkusunu bastırırcasına bağırdı. Buna karşılık kapıdaki gizemli kişi içeridekinin orada olduğunu ya da uyandığını anlamış, sanki istediği sadece bu kadarmış gibi koşar adım merdivenlerden aşağı uzaklaşmıştı. Yeşim’in korkusu yerini meraka bırakana kadar bir zaman daha devam etti. Kalbinin atışını kulağının içinde duyabiliyordu. Bir eliyle de yürek çarpıntısına hakim olmak ister gibi kalbinin üzerine bastırıyordu. Biraz durulunca yorganını kenara attı. Dikkatli dinlediğine göre kapıdaki kişi gitmiş olmalıydı. Oysa belki sessiz adımlarla geri gelmiştir diye bir süre daha kaygıyla beklemişti. Yatağının hemen yanında duran ev terliklerini ayağına geçirdi, seri bir şekilde kapıya vardı, delikten dışarıya baktı. Kimsecikler yoktu. Sağa, sola, açılar yaparak bakıp iyice emin olduktan sonra kapıyı hafif araladı, bir de aralıktan baktıktan sonra tamamen açtı. Sabahın bu saatinde kim gelmiş olabilir diye düşündü, anlamadı. Birisi hırsızlık edecekti de evde birinin olduğunu anlayınca kaçmış mıydı? Acaba başkalarına da uğradı mı diye merakla düşünürken diğer katlardan ses gelip gelmediğini dinledi. Yoktu, öyle olsa belki başka daireleri de dener, kendinden başkaları da aynı merakla kapının önüne çıkardı herhalde diye düşündü. Bundan başka kim olabilirdi? Postacı ya da sayaç okuma memurları bu kadar erken gelmezdi. Herhangi bir arkadaşı da olacak değildi; kim, neden böyle bir şey yapsındı ki? Birden aklına telefonundaki bildirimlere bakmak geldi, neden daha önce düşünememişti? Gitti baktı, ancak sıradan şeyler dışında bir bildirim göremedi. Yiğit’i arayıp anlatmayı geçirdi aklından ama bunun için çok erkendi, yine de bir mesaj bırakayım diye düşündü. Hızlıca yazdı: ‘Günaydın sevgilim, panik yapma ama bugün densizin biri kapıya bu saatte birkaç kere vurup uzaklaştı. Kim olduğunu göremedim, sesime cevap da vermedi. Hiçbir şey anlamadım. Başta korktum ama endişe edecek bir şey yok, sadece haber vereyim dedim. Uyandığında konuşuruz, seni seviyorum.’ 

Mesajı attıktan sonra telefonu yatağın üzerine bırakıp kafasında düşüncelerle ve otomatik hareketlerle lavaboya gidip döndü. Yatağına tekrar uzandı, yeniden uyumayı asla başaramazdı. Hiç olmazsa işe gitmeden evvel biraz daha dinlenmenin peşindeydi. Ancak düşünceleri, olasılıkları yakasını bırakmadı. Anlamamıştı bu kapı sesini ve anlamadığı her şey azap gibi yakasına yapışırdı. Kalktı, üzerine hırkasını geçirdi, tekrar kapıya gitti. Yine korkarak ve iyice kapının önünde kimsenin olmadığından emin olarak bir kez daha kapıyı açtı. Bu kez dairenin önüne bir iki adım çıkıp merdiven dairesinden aşağı ve yukarı baktı, görünürde yine kimseler yoktu. Döndü, tamhırkasına sıkıca sarılarak ve rahatlamış bir nefes vererek kapıya yönelmişti ki kapının eşiğinde duran bir zarfı fark etti. Zarf ters durduğu ve beyaz olduğu için başta fark edememişti. Doğrusu eşikte herhangi bir şeyin olmasını beklememiş ve bu yüzden yere bakmamış dahi olabilirdi. Anlayamadı ama tereddüt etmeden zarfı aldı, arkasına bir göz daha baktıktan sonra tekrar gerisin geri eve girdi ve kapıyı kapattı. Zarfı evirip çevirdi, üzerinde bir imza ya da yazı göremedi. Apartmanın ilkokul çocuklarının işi herhalde diye düşünüp gülümsemeye başladı. Biz de kapı çalar kaçardık, ve büyüklerimize aşık olup isimsiz zarflar bırakırdık. Evet, evet; apartmanda ilkokula giden ve okuma yazmayı yeni söken bir veledin işi olsa gerekti. Bu fikre kendini bütünüyle kaptırmış bir halde elinde zarfla yatağına gitti, oturdu, yüzüne düşen saçlarını eliyle kulağının arkasınaittikten sonra zarfı açtı. Önce eğilip kokusu var mı diye baktı, yoktu. İçinden parşomenleri çıkardı, birkaç sayfadan oluşuyordu ve daha kağıdın dışından el yazıları belli bir intizamla yazılmış gibi görünüyordu. Birden kaşlarını çattı, merakı şimdi iyice ağır basmıştı. Sırtını yastığa dayayıp kağıtları ters çevirdi ve önce hızlı bir göz attı. Gözüne ilk çarpan kelimelerden her yerini bir heyecan ve endişe kaplamaya başlamıştı. ‘Sevmeler’ ya da ‘Sevgiler’ gibi birtakım beylik laflar, fikir beyanlarına benzer ifadelerle birlikte el yazısının Yiğit’in yazısı olduğu düşüncesi üzerine dehşetle çöktü; ne hissedeceğini şaşırmış vaziyette artan bir panik duygusuna kapılmaya başladı. Gözleri endişe ve derin bir kavrayışla kocaman açılmıştı. Elindeki kağıtları olduğu gibi yatağın üstüne bırakarak derhal attığı mesajın akıbetini anlamak için telefonuna sarıldı. Mesajı kendisinden gitmiş ancak adresine ulaşmamış görünüyordu. Oysa Yiğit internetini daima açık bırakırdı. Ne yapacağını bilemez halde gözlerini sıkıca yumdu, aklından geçen sayısız ihtimalleri göz kapaklarında ezip yok etmiş olmayı umdu. Telefon etmek istedi, sonra durdu, en iyisi önce bir cesaretle şunları okumalı, diye düşündü. Belki de yanılıyordu!

​‘Sevgilim’… daha ilk kelimede kahrolmuştu. Evet, öyle diyordu mektup, ‘Sevgilim’ diye başlıyordu. Sakinleşmeye çalıştı, gözleri istemsizce ıslandı, biraz nefes egzersizi yaptı. Sonra bir solukta okumaya koyuldu. Yazan Yiğit’ti: 

​Sevgilim, nasılsın? Biliyor musun, gözlerine hasret kaldım. Şimdi sana bunları yazarken yüreğimi ve de bağrımı derin bir hasretin yaktığını bilmeni isterim. Daha iki gün önce görüşmüş ve güzel bir akşam geçirmişken bu hasretin de nereden çıktığını merak edebilirsin. Hasret, illa geçmiş zamanın yokluğunu ifade etmezmiş, bunu bu mektubu yazarken anladım. Hasret, gelecek zamanda çekilecek yokluğun bilincine vardığı anda da insanı yakalarmış. İşte ben de böyle oldum. Dün gece, artık her şeyin nihayetinde; bende olan her şeyi, bu şehri ve bu yaşadığım bozuk düzeni ifade ediyorum; bu oyunu daha fazla sürdüremeyeceğimi anladığımda yüreğime derin bir hasret ve de hüzün oturdu. Tabi ki kaybettiğim hiçbir şeyin endişesi değildi beni böyle yere vuran, sen de iyi bilirsin ki dünyevi şeylere çok da tamah etmem. Gel gör ki, bu bozuk düzene ayak sağlayamayacağımı ve bu şehri terk etmek zorunda olduğumu kesin olarak anladığım anda; bu, gerçekten bir anda hissetiğim bir şeydi, sanki hamile gibi aylardır karnımda taşımıştım da zamanı gelince doğumunu yapmıştım; evet işte o anda, işim, arabam, daha taksidini bitiremediğim ve seve seve oturduğum iki göz evim, tüm heveslerim ve her şeyim, hepsi gözümde hiç var olmamışçasına pul oldular. Aynı zamanda üzerimden büyük bir yük kalkmıştı, artık bu varlıkların hiçbirinin kaygısını çekmek zorunda değildim geldiğim noktada. Bunlara malik olmak için harcadığım yıllara acıdım hem de. Ne acılarla, emeklerle inşa etmiştim her şeyi ve de adına düzen kurmak demiştim. Bunun bir insanlık yanılsaması olduğunu çok geç anladım. Neden ve de nasıl bu noktaya geldim, anlatacağım. Ama anlatmadan önce bilmeni isterim ki ne bu bozuk düzen diye ifade ettiğim ne de eskiden anlamlıyken anlamsızlaşan dediğimşeylerin içinde sen varsın. Kastettiğim şeyler olsa olsa birtakım metalar ya da yalandan ibaret ilişkiler olabilir. Sana gelince, benim tüm yaşantımın boynu bükük, dalları som yeşil en nadide çiçeğisin. Senden kopmayı bir türlü içime sindiremedim ama dedim ya, bozuk düzen işte, içinde çöllerde açan kırmızı gülümü de alıp götürüyor, heyhat! Keşke elimden bir şey gelse. Yine de öyle demeyeceğim, keşkeler yok artık benim dilimde ve yeni düzenimde. Çünkü ben idrak ettim ki yaşam çok kısadır ve keşkelerle kaygılara zamanımız yoktur. Öyleyse şu dar zamanımda güzel olan senden bahsedeyim!

Güzel sevgilim, benim Yeş’im, güzel gözlüm. Seni ve de o sonsuz bakan gözlerini hasretle öpüyorum. Sonsuz bakan diyorum çünkü biliyorsun öyleler. Ve de ellerin, Musa’nın yed-i beyzası gibiler. Öyle ki göğsüne sokup çıkarsan ziyasıyla firavunları alt edersin. Gözlerinin derinliğinde nice insanların kinini, kibirini, kabalığını, cahilliğini; kısacası tüm sevgisizliğini yok edebilirsin. Kötülere mezar olan o gözlerin benim ise gülzarımdı, bilirsin. Sana hiç açıkça söylememiştim bunları, affet. Bir balık denizdeyken denizi anlatamaz. Bense şimdi senden sonsuza dek uzaklaşmanın ağır bilincindeyim. Güzel sevgilim, o bakmaya doyamadığım gözlerinden yaşlar akacaktır bu satırları okuduğunda, sana bunu yaşattığım için umarım bir gün beni affedebilirsin. Ben senin o çocuksu öpüşlerini asla unutmayacağım. Hani bana kızgın olsan bile, hadi bir öpücük dediğimde mutlaka yanağını uzatırdın ya. Bu sırada kaşların hala çatık ama boynunu uzatarak yanağını dönüşündeki o çocuksuluk, bilmem ki başka nasıl anlatılır? Şimdi bunları düşününce bile yüreğimi bir şeyler yakıyor ve ellerim huzursuz, sırılsıklam oluyor. 

Gel gör ki senin şu güzelliğine ve zarafetine karşın aklımı kaçırmak için sayısız sebebim oldu maalesef. İnsanların sonsuza dek yaşayacakmış gibi kayıtsızlığı, bunun öyle olmadığını her fark edişlerindeki ani bir uyanış, kısa bir süre sonra yeniden gelen o kitlesel uyku hali (sanki derin uykudan dürtülerek uyandırılmış sonra geri dalan bir insan gibi) ve de adına düzen dedikleri tüm yaşam döngülerinin bu kayıtsızlık temeline dayanması… Kör inançlar, fanatizm, sevgisizlik, nezaketsizlik de cabası. Ve tüm bu olanların çok değil daha yüz sene öncesinin insanıyla oluşturduğu o müthiş tezat… Hani o, her derdi balmışgibi yutan kadınlarla her cephede savaşan o çelik gözlü adamların evlatları olmasalar, olmasak…

Görüyorsun ya sevgilim, 20. yy insanının bir davası, derdi, elemi, öldüğünde şikayet etmeyecek, kahramanca bir hikayesi vardı, 21. yy insanında ise bir anlamsızlık var. Her şeyi canavarca tüketen bir insanlığımız, bir tek gülmek isteyişimiz, haz peşinde koşmalarımız miras kaldı bize. Yüz sene öncemizden kopuk olduğumuz kadar onların değerlerine taban tabana zıtyaşam tarzlarımız var. Kelimeleri bile eğip büktük ve onları çocukça bir hale soktuk. Kimi zaman aklımı hepten yitirdiğimi düşündürttü çevremdeki insanlar bana (tabi ki sen hariç), beni yadırgamalarıyla. Hatta kendi varlığımdan şüphe duyduğum, bir şakanın içinde yaşadığımı sandığım bile oldu. İşte 21. yy en çok da bu büyük şehirde, eskilerin her yolunun çıktığı Roması, kimilerinin aşkı, kimisinin hayali olan bu şehirde çirkinleşti ve ben artık nefes alamaz hale geldim. Bu kadar buhranın içinde ya aklımı kenara koyup sıradanlaşacaktım, ya da doğru bildiğim yolda tüm acılarına katlanarak yol alacaktım. Güzel gözlüm,başkalarının kendisine biçtiği doğruları yaşamaktansa, pişman olmamak için kendi hatasını yapmalı insan. Ancak böylelikle özgür olunabilir, onu anladım. İşte benim özgürlüğümün en ağır bedeli, senin göz yaşların ve benim sana duyacağım o ebedi hasrettir. Sevgilim, evren mutlak bir düzenden başlamış madem, her şeyin bir nizamı ve intizamı olduğuna, her şeyin mutlak bir kontrol edenin elinde karşılık bulduğunu kaniyim. Kimileri karma dese de bunun usta işi olduğunu ve ancak tek elden çıktığını biliyorum, öyle inanıyorum. Ve eğer öyleyse insanın elinden çıkan her şeyin de bu mutlak mükemmel düzende dönüp gene insana geleceğine, düzenden var olan evrenin yine düzene döneceğine şüphe yok. Ve ben bu adil değilmiş gibi duran ama içten içe ayna gibi bir adaleti olan şu dünyada artık daha fazla yalan bir hayat yaşayamayacağımı anladım. Çünkü bu en başta hayatı dolu dizgin yaşamak isteyen kendime bir haksızlık ve hatta ihanetti. Çünkü çocukken bile bundan çok daha fazla özgürdüm. Eğer geçen yıllarım ve büyümelerim bana daha fazla özgürlük, anlam, sevgi ve içsellik katmayacaksa yaşadığım şeylerin anlamı neydi? İşte bu ve benzeri düşüncelerin pençesinde -delirdiğimi düşünebilirsin, ben de sık sık öyle düşünür oldum ve sanırım bunları sana göstermemek için uzun zaman çabalamışım- ben artık durduğum yerde duramam güzel gözlüm. Bir an önce tüm hesaplarımı kapatıp buradan ayrılıyorum. Ne mi yapacağım? İnan uzun uzadıya düşünmedim bile. Zaten özgürlüğü şarta bağlamak da çok saçma geliyor bana. İlla bir düzeni olmak zorunda değil insanın. Güzel gözlüm, zamanın azlığından şikayet ettiğimiz ömrümüzde, eğer düzeni bozarsak ne kadar çok zamanımız olduğunu görürüz. Kendimize türlü meşgaleler yaratarak yalandan bir üzülme ile zamanımızın olmadığı söylüyoruz. Mesela araba almak için işe gidiyor olmayı bahane ediyoruz. Keza kirada eve çıkmayı ve eşyalara, taksite bağlanmayı bir düzen addediyoruz ve hepsini işimiz falanca yerde olduğu için bir mecburiyete bağlıyoruz. Oysa ki işimiz gerçekten bir anlam için değil de sadece geçim içinse, ona bağlı olan evimiz ve eşyamız, araç olan arabamız, hepsi anlamsız bir sona çıkıyor. Çünkü doyuracağımız bir karnımızsa gerçekten bu kadar girift bir döngü kurgulamamıza gerek yoktu! İhtiyacımız olan biraz sevgi, müzik, belki dans veya sanat, sevgili ve de aile ise bunlar parasal karşılığı olan kavramlar değil. Öyleyse önce toplumsal yalanımıza inanıyoruz (bütün o rutin iş-yaşam döngüsünün saçmalıkları), sonra ondan zevk almaya başlıyoruz (bu kısım artık çürüme aşaması oluyor)ve de bunu sonsuza dek yaşayacağımızı zannederek yapıyoruz ki mantıksızlığı belli olmasın. Bir ölüm olduğunda bile onu helvasıyla, yemeğiyle, mezar başı telkiniyle bu dünyanın bir parçası haline getirmeye çalışmıyor muyuz? 

Ama sevgilim sen bana bakma. Ben daha önceleri de böyleydim. Telefon icat edildikten sonra dünyanın her yerinin tellerle donatılmış olmasını yıllarca idrak edemedim. Gerçekten sırf birbiriyle konuşma imkanı olsun diye bütün dünyayı tellerle döşeyecek kadar aklını yitirmiş miydi insanlık? Kaç nesil buna çabalayarak öldü? Ya daha sonraları bulunan sanayi, trenler ve otomobillerle hızlanan dünyamız, tüm bunların insanlığa gerçek hizmeti nedir Allah aşkına? Sahi, 21 yy. insanı tasarruf ettiği onca zaman ile ne yapıyor gerçekten? Hangi faydalı(!) işlere koştular? Günlerce gittikleri yolları saatler içinde aldıklarında kalan zamanlarını nelere verdiler? Ya da gittikleri yerlere yanlarında neler götürdüler? İnsan sağlığına hizmet etmedikten sonra, ki onun da hayırlı olup olmadığını ilerleyen on yıllarda göreceğiz, bu hızın ne anlamı vardı insana? Belki bir de hasretlikleri yok etmişti, ama güzelim, yok olan her sıkıntının arkasından insanlık bir şeylerini de kaybetti; hasretlikler bitince o büyük aşklar da bitti. Biz insanlık olarak 21. yy.’da değerlerimizi yakıt olarak kullanarak zamanı hızlandırıyoruz. Bense şimdi zamanı durdurmaya gidiyorum güzel gözlüm. Bunu önce kendi vicdanım için yapmak zorundayım, sonra da tüm insanlık için. Umarım muvaffak olabilirim. Zamanı nasıl mı durduracağım? Zamanın, üzerinde hükmü olmayan şeyler vardır ve bu şeyler ancak insan hasletinde vuku bulabilir. Bu hasletlerin simyasıyla kendi çamurdan tabiatımı altına çevirebilirsem, bir ihtimal insalığa da bir hizmetim dokunabilir. Bu mümkündür, insanlık tarihi böyle örneklerle doludur. Öyleyse hiç olmazsa böyle bir hizmete kendimi adamak belki de bana bugüne kadar yaptığım işlerin en değerlisini verecek ve beni de zamanın o sonsuzluğuna eriştirecek.

Canım sevgilim, Yeş’im, sil göz yaşlarını, bak ağlama.Belki ben delirdim, belki de herkes aynı yalana uyduğundan ben artık uyamaz oldum. Bunu artık zaman(!) gösterecek. Sözlerimi bağlıyorum güzel gözlüm. Artık uyandığımda işe gidemeyeceğimi, nefret ettiğim insanlara karşı gülümsemeye kendimi zorlayamayacağımı, az önce anlattığım ihtiyaç kurgulamaların şahı olan iş yerlerimizdeki toplantı ve tartışmalardaki işgüzar ve anlamsız fikir alış verişlerinde bulunamayacağımı (bu böyledir  demek dururken saatlerce üzerine laf çoğaltmıyor muyuz?) ve daha bir çok şeyi idrak ettim. Ettiğimdem beri de duramıyorum. Tüm geceyi uykusuz geçirdim ve bu mektubu yazdım. Telefonumu bir süreliğine kapatacağım, belki de ebediyen, bilemiyorum! Birisi ölse bile üç gün sonra bahsinin geçmediğini bildiğim bir dünyada varsın bir ben eksik olayım, ben de kendimi böyle feda ediyorum. Ancak ne olur çok fazla ıstıraba düşme. Som yeşil gözlerinden sevgiyi eksik etme. Beni ararsan bulman imkansız ama bırakırsan kalbinde bulacaksın. Bense zamana hükmedebilirsem sevgilim, tüm çabalarımız mutlak bir mümküne dönüşecek ve o zaman zaten biz ebediyete intikal edeceğiz. 

Gözyaşlarının bulandırdığı görüşüyle okuduğu bu mektubu bitirdiğinde Yeşim elinden kağıtları istemsizce düşürdü, yanı üstü yatağında devrildi ve içli içli ağladı. Nasıl olmuş da Yiğit,geçen o kadar zamanda bir defa bile böyle bir tasavvurunun olduğundan bahsetmemişti? Ne kadar da girift düşüncelere gark olmuştu ve nice zorluklardan sonra elde etmek üzere olduğu mutluluğu böyle mesnetsiz, karmakarışık düşüncelerin tesirinde terk ediyordu. Hem de karşısına çıkmaktan korkarak, kaçarak yapıyordu bunu. Çünkü biliyordu ki bunları yazıp kaçmak yerine konuşacak olsa asla Yeşim’i ikna edemeyecek, belki de onun karşı tezleri yüzünden tasavvurunu uygulayamayacaktı. 

Bütün bunlar ne demekti, okudukları gerçek miydi? İdrak edemedi Yeşim. Bir zaman sonra doğruldu. Tekrar telefonu eline aldı, kontrol etti. Mesajı hala ulaşmamıştı Yiğit’e. Aradı, ulaşamadı. Hayal görüyorum sanırım diye düşündü, bir türlü inanamaz bir haldeydi. Ağlaması geçmiş şaşkınlığı ise geçmemişti. Bilseydi son görüşünün iki gün önce olduğunu ona daha bir sıkı sarılır, mutlaka aklını yoklar, fikirlerini dökmesini sağlar ve sonra da vazgeçirirdi. Bunun böyle olacağını Yiğit de bildiğinden olsa gerek ona bu fırsatı vermemişti. 

Hayatının en büyük mutluluklarının arifesinde olduğunu sanarken başına gelenler Yeşim’i bütünüyle sarstı. Geçen zaman zarfında eşe dosta ne diyeceğini, bu durumu nasıl açıklayacağını bilemedi. Yiğit’in arkadaşları da O’na ne olduğunu Yeşim’den sordular, ailesi ise doğrudan Yeşim’i suçladı. Ne nereye gittiğini bilen vardı, ne de bir fikri olan. Uzun zaman aradılar, her yolu denediler ancak nafile. Hiçbir haber yoktu. Bir zaman sonra Yeşim, Yiğit’ten kalan mektubu da kaybedince artık yaşadıklarının hayal olduğunu sanmaya başladı. Yiğit diye biri hiç olmuş muydu sahi? Olmasa gerekti, veya olduysa bile mutlaka delinin tekiydi. Diğer türlü olsa şimdiye kadar evlenmiş olmaları gerekirdi. Kim bilir, belki de sudan bahanelerle Yiğit en basit haliyle evlilikten kaçmıştı. Belki de Yeşim’den kaçmıştı. Bunların cevabını artık hiçbir zaman bulamayacaktı, anlamı da kalmamıştı zaten. Yeşim evlendi, ailesini kurdu. 

Yalnız, yıllar sonra bir akşam Yiğit’i bir televizyon programında gördü. Bir mücadeleden bahsediyor, olağanüstü güzel diliyle her zamanki gibi kelimeleri özenle seçiyor ve dinleyenlerini kendine hayran bırakarak anlatıyordu. O kadar alışılmadık bir cihetten konuları ele alıyordu ki herkes eli dudağında onu dinliyordu. Yeşim şaşırmadı. Yiğit kendi ömrünü ve de O’nun deyimiyle sevdiğinin som yeşil gözlerini feda ederek önce kendine sonra insanlığa olan borcunu ödüyordu. Ve Yeşim insanların kavramaya çalıştığı bu adamı yüreğinin ta kökünden tanıyordu. O, zamanın sahibi, insanlığın hizmetkarı veözgürlüğün timsaliydi. Başarmıştı.

Reklamlar

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: