Mehmet Pektaş
Hepimizin hikâyesi birbirine benziyor aslında. Bazen isimler değişir, bazen şehirler, bazen de tarihler… Ama bütün hikâyeler yarımdır, bir anda bitiverir. Benim hikâyem de herkesinki gibi başlamıştı. Güzel bir çocukluk geçirdim. Ailem hep üzerime titredi. Benim için ellerinden gelenin en iyisini yaptılar. Okul hayatım boyunca efendi-uslu, çalışkan bir öğrenciydim. Kavga dövüş bilmezdim. Diğer çocuklar gibi öğretmenlerden aileme şikâyet gitmezdi. Her dönem teşekkür, takdir alırdım.
Evlenip mutlu bir yuva kurmak istedim, çoluk çocuğa karışmak, huzurlu bir hayat sürmek… Kim mutsuz olmak için evlenir ki zaten? İlk başta her şey güzel başlamıştı. Fakat büyü çok çabuk bozuldu. Kocam, sürekli alkol alıyordu, eline geçen parayı kumara veriyordu. Evle neredeyse hiç ilgisi yoktu. Elektrik faturalarımızı bile babam ödüyordu. Çok geçmeden ufak tefek tartışmalarımız kavgaya, kavgalar şiddete dönüştü. Olur olmaz şeyleri bahane edip dövüyordu beni. Bir kış günü kolumdan tutup balkona attığında ne kadar büyük bir hata yaptığımı anlıyordum. Dondurucu soğuğun altında tir tir titrerken ondan da soğuyordum.
“Evi terk edip gitseydin.” “Polisi arasaydın.” “Karşılık verseydin.” diyebilirsiniz. Bizim her biri birbirine benzeyen hikâyelerimizin tam orta yerinde “çaresizlik” yazılıdır. İstesek de bunların hiçbirini yapamayız. Kimimiz kocasından korkar, kimimiz töreden, kimimiz annesinden, babasından, abilerinden, akrabalarından, konu komşudan… Kimimizin sığınacağı bir ailesi bile yoktur, sahipsiz kalmak korkutur onları. Kimimizi vaktiyle yaptığı bir hata zorba bir adamın eline düşürmüştür. Bu hata, baba eviyle arasında aşılmaz duvarlar örer. Onlar da geçmişinden korkar. Hepimizin ortak korkusu ise “gelecek”tir. Yarın başımıza ne geleceğini düşündükçe ödümüz kopar. Şu veya bu sebeple kaderimize boyun eğip başımıza gelene katlanmakla yetiriniz. Yazan kalem böyle yazmıştır çünkü.
Karnımdaki çocuğun hatırına ben de dişimi sıktım. Kocam her ne yaptıysa sineye çektim. Aileme karşı mutlu bir tablo çizmeye çalıştım. Hayatım günden güne dayanılmaz bir hale geliyordu. Her şeyden önemlisi karnımdaki bebeğe bir zarar gelebilirdi. Bu böyle gitmeyecekti. Korkumu yenip hikâyemin dışına çıktım. Karnımdaki 3 aylık bebekle evden ayrıldım. Kocam olacak adam hiç arayıp sormadı. Beni düşünmediği gibi doğacak çocuğunu da merak etmiyordu. Bebeğim doğduğunda yanımda yoktu. Doğumdan sonra aylarca hastanede yattım yine yanımda yoktu. Sonradan öğrendim ki annemin telefonuyla bir kızı olduğunu öğrenmiş; telefonu yüzüne kapatarak karşılık vermiş.
Kızım yıllarca baba nedir bilmedi. O, 4 yaşına geldiğinde yeniden hikâyemin ortasında buldum kendimi. Aile büyükleri araya girdi. Barışmamızı istiyorlardı. Bildik cümleler kulaklarımda yankılanıyordu: “Çocuk babasız büyümesin.” “Gençlikte olur böyle şeyler.” “Bak o da pişman.” “Bir daha deneyin olmazsa bu defa…” Olmamıştı. Tekrar bir araya geldik. 4-5 ay denedik, yine olmadı. Değişen hiçbir şey yoktu. Huylu huyundan vazgeçmiyordu. Daha fazla zorlamak anlamsızdı. Resmiyetteki 5 yıllık evlilik, tek celsede bitti. Kocam olacak herif boşanırken çocukla ilgili hiçbir şey talep etmedi. “Çocuk sizin olsun.” dedi.
Hikâyem benzerleri gibi ilerliyordu. Boşanmıştık boşanmasına ama sorunlar bitmiyordu. Eski kocam mahkemenin belirlediği tazminatı vermemek için direniyor, nafakayı ödemiyordu. Telefonuma sürekli küfürlü mesajlar gönderiyordu, tehdit ediyordu beni. Şikâyetçi oldum. Mahkemede, pişman olduğunu bir daha böyle bir şey yapmayacağını söyledi, ceza alırsa işinden olacaktı. Gözümün önüne bana yaptıkları geldi. Sonra da kızım geldi. Kızıma bir litre sütü bile nasip olmamıştı ama yine de işsiz kalmasına gönlüm razı olmadı. Şikâyetimi geri aldım.
Kendimi kızıma adayıp yeni bir hayat kurmaya çalışıyordum. Kızım dedesine “baba” diyor, öz babasının yüzünü görmek istemiyordu. Telefonda bile benim zorumla konuşuyordu. Babası isterse kızımı elinden tutup çarşıya götürüyordum. Orada görüşüyorlardı. O da yılda 4-5 defa…
O gün kızımla birlikte çarşıdaydık. Babası görüşmek istiyordu. Yanımıza geldi, kızı kolundan tutup götürdü. Bir süre birlikte vakit geçirmeleri için bekledim. Kızımın onun yanında rahat etmeyeceğini çok iyi biliyordum. Kim bilir ne haldeydi, belki de gitmesine izin verdiğim için bana kızıyordu. Bir an önce yanıma gelmek istiyordu. Yemek yeme bahanesiyle aradım kızımı. Babasıyla birlikte geldi, bir kafeye oturduk. Kızım yemeğini yerken biz eski kocamla farklı bir masaya oturduk. Başka biriyle evlenmeyi düşündüğümü söyledim, ondan peşimi bırakmasını istedim. Öfkelendi. Gittikçe daha da hırçınlaşıyordu. Yıllar sonra bir çocuğu olduğunu hatırladı, çocuğun velayetini bahane etti, tartışmaya başladık. Uzatmanın anlamı yoktu, kızımı da alıp oradan uzaklaştım. Peşimize düştü, bizi gölge gibi takip ediyordu. Kurtulmak için kendimizi bir karakola attık. Polislere eski kocamın bana attığı mesajlardan bahsettim. Kızımın yanında mesajları göstermek istemeyince beni ayrı bir odaya aldılar. Tedirgindim. Gözüm acaba hâlâ bizi takip ediyor mu diye penceredeydi. Onu dışarıda görmeyince biraz rahatladım, karakoldan ayrıldık.
Caddeye çıktığımızda yine karşımıza çıktı. Bir türlü peşimizi bırakmıyordu. En iyisi eve gitmek diye düşündüm. Dolmuş durağına yöneldik. Arkamızdaydı. Dönüp peşimizi bırakmasını istedim. Dinlemiyordu. Minibüse bindiğimiz sırada kolumdan tutup aşağı indirdi beni. Konuşmak için ısrar ediyordu. Kızımı eve göndermek istedim. “Sen bin git, ben konuşup gelirim.” dedim. Kızım razı olmadı. Ondan başka türlü kurtulamayacaktım, konuşmayı kabul ettim.
Kızımla birlikte bir yere oturduk. O da arkamızdan geldi. Yeniden tartışma başladı. Kızım ağlıyordu. Babası olacak herife çocuğun yanında sesini yükseltmemesini söyledim. Onun umurunda bile değildi. Gitgide hırçınlaşıyordu. Dükkânın dışına kadar çıktık. Kızım babasını benden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Elindekileri ona doğru fırlattı, olmadı koluna yapıştı. O ise bana saldırmaya, vurmaya çalışıyordu. Elinden kurtulmak için bağırarak tekrar içeri girdim. O da hemen arkamdan geldi. Gözü dönmüştü. Bir anda belinden bir bıçak çıkardı. Bıçak havaya kalktı ve tam boğazıma indi. Beyaz gömleğim kanlar içerisinde kalmıştı. Elimle boğazımı tutuyor:
“Ölmek istemiyorum! Ölmek istemiyorum!” diye bağırıyordum. Beni o halde gören kızımın çığlıkları kulaklarımda yankılanıyordu.
“Anne ne olur ölme!”
Her tarafım kan içinde etrafıma bakınıyordum. Birileri gelip yardım etsin, beni kurtarsın istiyordum. Kızım çırpınıyor, etraftakiler yardım etmek yerine sadece seyrediyordu.
O anda hatırlayacağım son şey düğün günüm olurdu herhalde. Yine beyazlar içindeydim. Belimde kırmızı kurdele yoktu ama onun yerine boynumdan yerlere doğru akan kıpkırmızı kan vardı. Kalabalıktı, herkesin gözü üzerimdeydi. Gelinliğime, saçımın şekline dair yorumlar yapılıyordu. Telefonların kameraları açıktı. İnsanlar bu anı ölümsüzleştirmek istiyordu. Çektikleri görüntüleri tekrar tekrar izleyecekler, tanıdıklarına gösterecekler, sosyal medyada paylaşacaklardı. Tıpkı şimdi olduğu gibi… Eski kocam, müstakbel katilimse dükkânın önünde bağırıyordu:
“Bana çocuğumu göstermiyor, kahpeyi öldürdüm, herkes duysun!” Herkes duymuştu ama kimse bana yardım etmiyordu.
Müstakbel katilim bir taksiye binip uzaklaşırken kim bilir yaptığı işten ne kadar gurur duyuyordu. Birazdan bir köprü altında birasını yudumlayarak zaferini kutlayacaktı. Bir taraftan da babamı arayacak ve işlediği cinayeti müjdeleyecekti:
“Çocuğumu aldınız, ben de sizden kızınızı aldım.” Onu gözaltına almaya gelen polislere bana attığı son mesajında dediği gibi belki de “Gider paşa gibi yatarım.” diyecekti.
Sonra ne mi oldu?
Öldüm ben. 10 yaşındaki küçücük kızımın gözü önünde öldüm. Cep telefonlarıyla çektiler kanlar içindeki halimi, çırpınışlarımı… Ölümsüzleştirdiler, ölümümü… Ana haber bültenlerinde tekrar tekrar gösterdiler ölümümü. Videolarım internet sitelerine yayıldı. Sizler de gördünüz. Hepinizin gözü önünde tekrar tekrar öldüm ben. Şehrin orta yerinde… Güpegündüz… Dışarıda insanlar vardı, caddeden vızır vızır arabalar geçiyordu. Televizyonlarda, bilgisayarlarda, cep telefonlarında tekrar tekrar öldüm ben. Kimse kurtarmaya çalışmadı beni. Sonra tüm ülke ayağa kalktı, benim öldürülmeme engel olamayanlar ölüme, ölümüme sahip çıktı. Siyasetçiler, sanatçılar, sivil toplum örgütleri daha kimler kimler…
Basın açıklamaları, protesto gösterileri, stadyumlarda dev pankartlar… “Bu son olsun.” dediler, “Emine Bulutlar ölmesin, bir daha hiçbir kadın şiddete uğramasın, cinayete kurban gitmesin.” dediler. Kadınlar meydanlarda “Ölmek istemiyoruz.” yazan pankartlarla yürüdüler. Benim son sözüm onların temennisi, tepkisi, çığlığı oldu. Ama kadınlar ölmeye devam etti. Öldüler, öldüler, öldüler… Kadınlarla birlikte insanlık da öldü. Ey insanlar hepimiz öldük, hepiniz öldünüz. İsimler değişti, şehirler değişti, tarihler değişti ama hikâyeler değişmedi. Hepsi yarım kaldı.
Mehmet Pektaş