Loading

BAĞ

Üzerinde sade bir gecelikle, aynanın karşısında öylece dikiliyordu. Yüzünde yorgun, dalgın ve memnuniyetsiz bir ifade ile elini karnının üzerinde gezdiriyordu. Işığın gölgesi, yüzündeki lekelerin üzerine düşmüştü. Dakikalardır güvensiz, sinsi, uyuşuk bir ağrının kollarındaydı. Şikâyet ettiği bu görüntüyü hafızasına kazımak ister gibi, gözünü ayırmadan baktı, baktı, baktı. Eskiden gözlerini alamayarak baktığı bu görüntüden şimdilerde tiksinir gibi bir hâli vardı.

“Bu, senin avuçlarının içinde sıkıp sıkıp serbest bıraktığın yaşamın kızım, dedi kendi kendine. Bu sana ait bir hara. Belleğindekiler bu yüzden bugünle geçmişin, geçmişle geleceğin arasında rahatça at koşturuyor.”

Elindeki kahvenin kokusunu, dumanı üzerinde anıların kokusuyla birlikte içine çekti. Mutfaktan kulağına bir Zeki Müren parçasının mırıltısı geldi. Sonra aşinası olduğu bir kadın sesi çalındı kulağına. “Anneciğim!” diye mırıldandı kendi kendine. Birden kahvenin dumanı yok oldu, Zeki Müren sustu ama o çekingen, içli kadın sesi hâlâ kulaklarındaydı.

” Evlat gibisi var mı?” derdi annesi… Hiç hissetmediği kadar büyük bir özlem yokladı içini. Geniş salonun koyu kahve mobilyasından içi daraldı. Koşarak yatağa döndü, huzursuz bir hareketle uzandı. Bir sürahi su, içi boş bardak, silindir şeklinde floresan lamba ve gri perdeler. Bembeyaz çarşaflar bir de. İki de bir açılıp kapanan kapı, elindeki aleti karnındaki Everest Tepesi’ne dayayıp o muhteşem müzikale tanıklık etmesini sağlamasa “Beni rahat bırakın!” diye bağırması işten bile değildi. Ama o ses. O, dörtnala sana koşan doru atlar misali muhteşem tıkırtı! Hayatla bağını haber veren o müthiş koşuya, kulaklarına değil karnına bağlanan makine ile şahit oldu kadın. Yüzündeki lekeler, karnındaki çatlaklar, burnuna doğru uzayan göbek; hepsi silinip gitti hafızasından. Yüzünün rengi, damarlarına kadar hissettiği sancı ile beyaza çalıyordu.

– Uzatın kolunuzu, dedi hemşire.

Yapacak bir şey yoktu. Eli mahkûmdu. Artık derin uykulara, amaçsızca çıktığı uzun yürüyüşlere, ağaçların gövdesine sarılmalara, çıplak ayakla çimlerde yürümelere sondu. Gün batımı seyirleri, yerini gün doğumlarına bırakacaktı. Beklemenin sıkıcılığı, beklenen olmanın telaşına evrilecekti. Evrilecekti evrilmesine de insanoğlu doyumsuzdu. Bundan da sıkılacak, geçmişine özlem duyacaktı. Duyuyordu da. Bıktığı şeylerden birkaçını istiyordu işte şimdilerde:

Rahat bir koltuk

Bir fincan kahve

En son aldığı kitap

Kesintisiz bir uyku

Sıcak bir çorba

Sükûnet

Bir sinema filmi

On kişilik yetişkin grupla eğlence

Sessizlik

Sessizlik

Sessizlik

“Aradığınız sessizliğe şu anda ulaşılamıyor.”

Yardımdan yoksun, uykusuz, şaşkın ve yorgundu.

Konuşmak için biriktirdiği binlerce kelime tek sıra halinde dilindeydi…

Resmigeçide hazır mısın?

Deliriyor musun yoksa?

Kendi kendine konuşana ne dendiği malum!

Korkunç bir sessizlik ile korkunç ve onu çaresiz bırakan çığlıkların arasında yaşam savaşı vermekti onunkisi.

Ya onun gibi olmayan diğer kadınlar, erkekler… Sabah şıkır şıkır giyinip işine gidenler, topuklu ayakkabıları ile merdivenden inenler, otuz dört bedene zorlanmadan girenler, arkadaşlarıyla sinemaya gidenler, takım elbisesi ile arabasına binenler, saçına fön

çektirenler, saat onda mışıl mışıl uyuyanlar hatta bir de horlayanlar; tuzu kuru olanlar yani, keyfi tıkırındalar vardı bir de.

Sanki bitmeyen işler, daralan nefesler, oda denilen hücreler, pişmesi gereken yemekler, dar gelen etekler, kirlenen perdeler, ovulacak tuvaletlerin hepsi ona miras bırakılmıştı.

“İstemiyorum! İstemiyorum! Hepsinden, hepinizden nefret ediyoruuuuumm!” diye bağırdı.

Deliriyor musun yoksa? Kendi kendine konuşana ne dendiği malum!

Hapishanede gün sayan bir mahkûm gibi oda ile mutfak arasında gidip geldi. Voltalarını saymadı bile. Pijama çekmecesi bomboş olunca gardırobunun uzun süredir açmadığı kapağını açtı. Kırmızı, pileli bir eteği aldı, üzerine de vazgeçilmezi olan beyaz dökümlü gömleğini… Sessizce banyoya gidip üzerindeki son pijamasını ağzına kadar dolu kirli sepetinin üstüne fırlatırken, dışında sallanan çiçekli mavi pijamanın bir paçası gözüne ilişti. Önce eteğini sonra gömleğini giyindi. Göğüs kısmı biraz sıktı, eteğin beli şükür ki lastikliydi de sorun olmadı.

“İşte hayat böyledir. Bir yanı sıkarken seni rahatlatacak bir açık kapı bırakır mutlaka sana.” derken gülümsüyordu kadın. Elindeki parfüm şişesini üzerine boşaltırken odadan gelen ses, onu bu rüyadan uyandırdı. Hayal kırıklığı ile “Off!”layıp istemsizce şişeyi aynaya fırlattı.

“Çatt!”

Aynanın çatlamasını çok da umursamadı. Sağlamken onun olan ayna kırıkken de onundu.

Lekelerle kaplı yorgun yüz, şişi inmiş göbek,

Dar gelen gömlek…

Durağanlıktan şikâyetçi olduğu hayat da telaşından bıktığı hayat da yine ona aitti. Belki de hayatını alt üst eden ona ait olanı olduğu gibi sevmemekti. Suçluyu yanlış yerde arıyordu. Gelen ses çığırından çıkmıştı. Susturmazsa biri polisi arayabilirdi. O kadar işkence çeker gibiydi yani. Kalp atışının sesi karıştı bu tiz, çığırtkan melodiye. Birden kalbinin ritmine

merhamet bulaştı. Saçını beyaz gömleğinin üzerine dağıttı. Yüreği ağzında odaya koştu. Aynı hatta sefer yapan trene benzetti kendini, yüzünde sıcak bir tebessüm belirdi.

Koşarak gittiği odada, yatağındaki minik yavruyu kucakladı. Tam göğsünün üzerine sevgiyle bastırdı, sırtını sıvazladı, yanağını okşadı, öptü, kokladı. Gözünün kenarındaki minik su damlacığı yüzüne değdi. Onu ağlattığı için kendine çok kızdı kadın. Derken, minik yavrunun gözü aynaya gitti ve ikisinin yansımasına bir gülücük bıraktı. Aynanın çatlak yerinin tam ortasındaydılar şimdi. Ona nasıl da benziyordu; aynayı daha dikkatle izlediğinde kaşlarındaki kavisle gözlerindeki anlam kesişti.

Yalnızlığı ömürlük değildi. Kayıpları geçiciydi, yitirdiklerine kavuşmak için çok beklemeyecekti. Bir sabah giyinip çıkacaktı evinden. Gömleğinin düğmeleri bir yıl sonra rahatça kapanacak, bir koltukta yaşlı bir kedi gibi mışıl mışıl uyuyabilecekti. Kahvesi yarım kalacaktı hatta. Kimse uykusunu bölmeyecekti. Topuklu ayakkabılarını giyip sinemaya gidecekti, arkadaşlarıyla sohbetin dibine vuracaktı, vaktin nasıl geçtiğini bile anlamayacaktı.

O günler gelecekti. Ancak kucağındaki sıcaklığın yerini hiçbir şey tutmayacaktı. Minik yavrunun bu hâllerini özleyecekti. Bu kokuyu hiçbir marka üretemeyecekti. Bu bağı hiç kimseyle kuramayacaktı.

“Yaşam bir yerden sıkarken kemerleri, rahatlayasın diye diğer tarafa bir delik fazla bırakır.”

Kadın:

“Ölmedin yalnızlıktan. İntihar da etmedin sıkıntıdan. Delirmiş gibi davranman senin densizliğinden. Avuçlarındaki kuşun sesini dinle. O dinlenmek için sana yetecektir. ” dedi.

Evladıyla sımsıcak bağ kurduğunda yaşamının anlam kazanacağını biliyordu. Sevgiyle kucakladığı yavrusunun kokusunu derin derin içine çekti. İçli kadın sesi:

“Evlat gibisi yok!” diye fısıldadı kulağına.

Reklamlar

By Aysel Ertan

Yazar, çizer, okur. Yaşamak başka nedir ki?

Bir Cevap Yazın

KÜNYE ONLİNE sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et

KÜNYE ONLİNE sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et