Loading

Evren bir negatif gibidir, sonsuz karanlığa benzer ve onu görebilmek için sadece ışık tutmak gerekir. Bilindiği üzere insanlık bilimi her zaman 20 yıl geriden takip etmektedir. İşte, belki de bu yüzden şu anda tutulan ışığın farkında değiliz ve evrende ne olduğunu kavrayamamaktayız. Bu noktada sinema, yani ışık, bizlere evrenin perde arkasında neler döndüğünü gösterebilir. Çünkü sinema mantığımızın alamayacağı gerçekleri, bizlere kavrayabileceğimiz şekilde yansıtan bir araçtır. Bilimsel bir çalışma ancak bilimsel bir yol ile yorumlanabilir, fakat ince matematiksel dokunuşların yanında biraz sanatsal bakış açısı eminim ki pek de kötü olmayacaktır.

Bazı olayları açıklamak için bilimin yetersiz kaldığı noktalarda bizler ister istemez kafalarımızda bir şeyler üretip, bunu mantıklılaştırmış bir şekilde kendimize kabullendirerek cevaplar bulmaya çalışırız. Evrenin en sonunda, o karanlığın bitiminde ne bulunmakta; başka canlılar var mı, gibi soruları çocukluktan beri hepimiz sormuşuzdur. Günün sonunda bizler bilim insanı olmadığımız gerçeğini bilmekteyiz; ancak beyinlerimiz, bilimsel olmayan fakat kendilerince mantıklı gelen cevaplar üretmekte. Bilim insanlarının bakış açısı ile bakıldığında da bazen benzer sonuçlar çıkmakta ancak bizim verebileceğimiz net bir cevap veya somut bir görsel örnek yahut tanım bulunmamaktadır. Burada somut örnekten kastımız herhangi bir görsel ya da ispatlamak için belgedir. Bilim insanı olmayanlar, beyinlerinde hayal eder fakat toplumsal baskıdan kaynaklanan çekingenlikleri yüzünden bunları dışarı çıkarıp insanlarla paylaşmadan kafalarından silmeyi tercih ederler. Bilim insanları ise teoriler üreterek makaleler yayımlayıp, düzinelerce yazılmış bu sayfaların ancak bitiminde “belki” kelimesini kullanarak kendi netsizliklerini bir nevi yalanlamamaya çalışırlar. Sebebi ise, teorisi reddedilmiş bir bilim insanının meslektaşları tarafından pek de hoş karşılanmamasıdır.

 Şimdi gelelim, bu iki bakışı birleştirelim. Diğer insanlardan hayalleri, bilim insanlarından ise teoriyi alalım. İşte, “sanatçı” dediğimiz kişiler bunları tek bir fazda birleştirir. Sanatçılar aslında bilimi ve hayal gücünü sentezleyebilen yegane kişilerdir. Bunu korkusuzca yaptıkları içinse en önemli yetenekleri “cesaret”tir.

 Bu teorileri ve hayalleri bir arada bulabileceğimiz insanlar sadece sanatçılardır, çünkü bilimsel bakar, teori üretir, hayal eder ve üretirler! İşte, belki de bu yüzden gerçekleri bize gösterebilecek kişiler onlardır. 

 Heykeltıraş bakar ve insanı yontar. Ressam, gökyüzünü tuvalin üzerine cesurca çizer. Müzisyen hayal eder ve duygu yüklü müzikler yapar.

 Biz insanlar sessizliğe bürünmüş bir türüz. Aslında bu sessizlikten kastım suskunluk değil; buna küresel bir izolasyon sistemi diyebiliriz. Kendi türümüzü hayvanat bahçesinde kafesteki herhangi bir canlı ile kıyaslamaya kalkarsanız olayın vehametini apaçık anlayabilirsiniz! Bizler de sınırların içine hapsedilmiş, gerçeklerden uzak tutulmaya çalışılan canlılardan ibaretiz. Bunu yapanlar ve sistemi oluşturanlar da hiç şüphesiz ki yine bizlerden birileri. Peki eğer bizler bir şekilde birileri tarafından hapis tutuluyorsak, hayal etmemiz ve görmemiz engelleniyorsa ne yapmalıyız? Gerçekleri nasıl görebilir ya da kavrayabiliriz?

  Rönesans Dönemi’nin ünlü kaşiflerinden, astronomlarından ve ressamlarından biri olan Leonardo Da Vinci, çocukluğundan beri aramaktan; sorgulamaktan ve en önemlisi de öğrenmekten vazgeçmeyecek araştırmış, bildiklerini ve hayal ettiklerini resm ederek günümüze kadar 11 binin üzerinde eser bırakmış bir dahiydi. Hiçbir şey onu, döneminin dinsel ve toplumsal baskılarına bakmayarak gerçekleri öğrenmek ve görmek için çalışıp çabalamaktan alıkoyamamıştı. Halen bile çoğu eserinin (sanatsal, bilimsel fark etmez) sırrını şu anki bilim, bilgi ve teknoloji ile çözememekteyiz. Bu başyapıtların, bilimsel ve sanatsal yanları dışında biz insanlara öğrettiği çok şey olduğunu da bilmekteyiz. “Azim”, “hırs”, “istek” ve “öğrenme içgüdüsü” Da Vinci’den almamız gereken en esas derslerdir! Tabii, her dönemin kendine has zorlukları bulunmakta. Şu anki kapital ve çığırından çıkmış bilimsel kirliliği o dönemle karşılaştırmak apayrı bir tartışma konusu. Ancak şu an kime ne denli şüphe ile bakarsanız bakın, o dönemde ve şu anki zaman diliminde asla değişmeyen, aşikâr bir gerçek var: “Biz insanoğlu, belki de dünyamızın en tehlikeli türüyüz.”

 Taş Devri’nden, Rönesans’tan 21. yüzyıl teknoloji çağına kadar gelen şu gerçeği asla göz ardı etmememiz gerekmekte: “İnsanoğlu, yeryüzünün gelmiş geçmiş en vahşi canlı türü oldu. Kendi türü dahil hiçbir canlıya merhamet etmedi.” Bunun için savaşlar, katliamlar, hayvan cinayetleri, doğa kirliliği, tacizler ve küresel ısınma gibi birçok vahşeti örnek gösterebiliriz.
 Bazen olumlu bakmak gerektiğini düşünmek belki de ılımlı bir dünya yaratmak için en güzel “ilk adım” olacaktır. Peki ama bu ilk adım, insanları ılımlılaştıracak o güzel şey ne olabilir? Tam da bu noktada aklımıza gelen bir heykel, tablo veya müzik parçası bizleri sakinleştirmeye yetecektir. 

 Heykel yontulur, resim çizilir ve müzik yapılırsa ne olur? Evet, işte o an orada -evrenin sonunda- ne olduğu, neden var olduğumuz, başka kimsenin olup olmadığı sorularına sanatsal bir bakış açısı ile gerçek teorilere dayalı bilimsel cevaplar ve hatta somut örnekler verebileceğimizi bilmeliyiz.

Reklamlar

Bir Cevap Yazın

KÜNYE ONLİNE sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et

KÜNYE ONLİNE sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et