Loading

İhsan ÖNGÜN

İnsanı harekete geçiren duygu ve düşünceler birçok düşün insanının esas konusu olmuştur. Aşk, harekete geçmemize ve düşüncelerimizin yıkıntısına neden olabilir. Bizi olmak istemediğimiz bir kişiye dönüştürebilir veya Cioran’ın deyimiyle ‘bir berberi Sokrates’in dengi yapabilir’. Konuşma ve ‘duygu boşaltımı’ isteği bizi farklı durumlara sürükleyebilir. Hepimizin bir anda nükteci kişiliği ortaya çıkar ve böylelikle bir rahatlama hissine kapılabiliriz. Daha birçok duygu hareketliliği bizi fiziksel ve düşünsel hareketliliğe sürükleyebilir. Fakat bütün bu duyguları doğuran temel bir ‘iç duygu’ vardır: Sıkıntı.

Sıkıntı, yalnızlığımıza yöneltilmiş bir silahtır. Gecenin sessiz ve karanlık gölgesi çökerken ruhumuza, sıkıntı duygusunu da tüm yoğunluğuyla hissederiz. Diğer temel iç güdülerin arasına ya da başına ‘sıkıntı güdüsü’nü de eklemeliyiz. Çünkü tüm yetki kendisindedir. Her türlü olumlu veya olumsuz eylemin doğrudan faili kendisidir. Romantizm tarafından duygularla tarif edilen aşkın kendisi de bir sıkıntı sonucu oluşur. Tüm arzular, arzusuzluk olarak tarif edilen Sıkıntı’dan doğar. Varoluşumuzun bilincine en keskin bir biçimde bu sıkıntı anında ulaşırız.

“Neyim ben? Ne yapıyorum? Neredeyim?” ve son olarak da eylemselliğe geçişin temel sorusu olan “Ne yapmalıyım?” sorusu… Bu sorular ile birlikte bir şeyler yapma isteği varoluşumuzun kaynağını oluşturur. Çünkü her an belirli bir zaman içerisinde ve belirli bir hareket içerisindeyiz. Yani, özümüz olan eylemselliğe Sıkıntı sayesinde dönüş yapıyoruz. Danimarkalı varoluşçu filozof Kierkegaard’ın Sıkıntı üzerine bazı düşüncelerini bu yazıya aktarmakla daha net bir düşüncenin ortaya çıkacağını düşünüyorum. Kahkaha Benden Yana eserinde şöyle der Kierkegaard:

Zira eğer benim ilkem doğruysa sıkılmanın insanlık için ne kadar yıkıcı olduğunu şöyle bir düşünüp bu temel hakikat üzerindeki yoğunlaşmanızı uygun şekilde ayarlayarak istediğiniz derecede bir momentum elde edebilirsiniz. Eğer hareket gücünün kendisine zarar verme pahasına son sürat gitmek istenirse insanın kendisine şunu söylemesi yeterlidir: Sıkılmak bütün kötülüklerin anasıdır. Öylesine sakin ve durağan olan sıkıntının böyle harekete geçirici bir güce sahip olması şaşılacak şey. Sıkılmanın yarattığı etki bütünüyle sihirli bir şeydir, ne var ki çekiciliğin değil, iticiliğin getirdiği bir etki.”

Ama bundan önce de şunu belirtmektedir Kierkegaard: “Fakat insan çalışıyorsa pek bir şey göremez, evde oturup sıkıntıdan keşif yapmalıdır.”

Yani, sıkıntının hem yıkıcı hem de yaratıcı etkisi vardır. Peki, sıkıntıdan doğan ilk eylemimiz kime ve neye karşıdır? Her an birlikte kaldığımız, birlikte düşündüğümüz, birlikte mutlu olduğumuz, birlikte hüzne kapıldığımız kişi  ‘kendimizizdir’.  B e n ile yaşayan bir Ben… İlk sıkıntı hissiyatımız böyle başlar. Ben’den kaçar ve farklı Ben’ler bulmaya çalışırız. Bu, giderilmesi gereken acil bir ihtiyaç gibi yapışır yakamıza.

Cinsellik, kendini sürekli tekrarlayan devasa bir yalandır.” Cinselliğin esaret altına alma etkisinden dem vurmuştu bu cümlesiyle Cioran. Sıkıntı da aynı türde bir şeydir. Çünkü o, varoluşumuzun bir parçası ya da temelidir. Âdem ve Havva’yı Sonsuzluk’tan Zaman’ın içerisine atan şeydi Sıkıntı. Yaşam bu ilk düşüşle, Sıkıntı’yla başladı. Şüphesiz ki biz var oldukça o da var olacak -ama düşüşler ile…

Reklamlar

Bir Cevap Yazın

KÜNYE ONLİNE sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et

KÜNYE ONLİNE sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et