Dışarıda kar yağıyordu. Etraf beyaza bürünmüştü bile. Huzur içinde hazırlandım. Rahat kıyafetler giymeyi tercih edip evden çıktım. Yerler kaygan olduğu için yavaş yavaş yürüdüm. Ağaçların beyazla bütünleşmesine hep hayran olmuşumdur. Ağaçların güzelliğine bakıp, işte Allah’ın sanatı diye düşündüm. Metro durağına geldim. Her zamanki gibi çok kalabalıktı. Birbiriyle gülüşen liseliler, sigara içerek hayatı sorgulayan adamlar, çocuklarını korumaya çalışan anneler vardı…
Nihayet metro geldi. Hepimiz sırayla bindik. Metro, bana hep yalnızlığı anınsatır; her ne kadar metronun içi kalabalık da olsa insanın orada konuşacak kimsesi yoktur. Herkes orada kendiyle baş başadır. En güzel kararlar orada verilir.
Metroda oturduktan sonra gözüme yakışıklı bir bey çarptı. Eline kitabını almış, okuyordu. Gözü kitaptan başka bir şey görmüyor, sadece arada sırada hangi durakta olduğumuzu kontrol ediyordu. Sarışın, kısa boylu ve biraz kiloluydu, ama dikkat çeken bir yüzü vardı. Ne okuduğuna baktım. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı kitabını okuyordu. Neden bu kadar odaklandığını şimdi daha iyi anlamıştım. Ona baktığımda kendimi bir deniz kenarında gibi hissediyordum. Derin bir huzur yani. Yeşil gözleri bana ağaçları anımsatıyordu. Sarı saçları ise Güneş’i… Kar topu oynayan çocuk sevinci oluşturmuştu yüreğimde, yüzümde… Metronun hoparlörü, “Ulus” deyince, birden kitabı kapatıp ayaklandı. Sanki o da Ulus durağında ineceğinin yeni farkına varmıştı. Beyaz teni hemen kızarıvermişti. Usul usul indi metrodan. Gözden kaybolana kadar seyrettim onu. Sonra metronun kapıları kapandı. O an tiyatro perdesi kapanmış gibi hissettim. Bir daha karşılaşmamak üzere ayrıldık birbirimizden.