Gök kulakları acıtırcasına gürlerken yağmur damlaları hızla yeryüzüne çarpıyor; dışarıda olan her şeyi ıslatıyordu. Birçok canlı yağmurdan saklanmak adına bir yerlere sığınıyorlardı. Sığınamayanlarsa yağmurun çabucak dinmesini diliyorlardı. O sırada yağmurda kalan kişilerden çok küçük bir azınlığı yağmurun devam etmesini istiyor, ıslanmanın hazzını çıkarmaya çalışıyorlardı. Okan da onlardan biriydi. Yağmur sırasında sokakta olup saklananlara inat yaparmışçasına poşete koyduğu battaniyeyi alarak dışarı çıktı.
Okan yağmuru seviyordu; çünkü mezarlık yağmurdan ıslandığında güzel kokmaya başlardı. Onlarca ölü gömülmesine, yaşayan insanların girip çıkmasına, ağaçların ve çeşit çeşit çiçeklerin yetişmesine rağmen gittiği mezarlığın yağmur sırasında çıkan toprak kokusu haricinde hiç kokmadığını fark etmişti, o günden beri de ne zaman yağmur yağsa mezarlığa uğrar olmuştu.
Dışarı çıktığında etrafın tamamen betondan ve asfalttan oluşması, etrafta toprak kalmaması mezarlığı biraz daha özel kılıyordu. İstanbul metropol olduğundan beri yeşillikler mezarlıklardan ve seralardan oluşuyordu. Mezarlıklar her zaman özel kalacaktı. Beton binaların arasından geçti, asfaltta parça parça biriken su birikintilerinin üzerinden geçen araçlar paçalarına su sıçrattılar. Umursamadı, en çok ıslanmayı sevdi.
Mezarlığın önüne geldiğinde çiçek ve Kur-an satan kadına gülümseyerek içeri girdi. Kadınla hiç konuşmamıştı ya da ondan çiçek almamıştı ki satıcı kadın, isterse ona özel çiçekleri ücretsiz vereceğini dile getirmişti. Hayır, Okan’ın bunlara ihtiyacı yok. O sevdiğini kalbinde ne çiçeklerle ne dualarla yetiştiriyordu, kimsenin görmesine de ihtiyacı olmuyordu. Sessizce polis mezarına yaklaşıp battaniyeyi mezarında başında uyuyan beyaz tüylü K9 köpeğinin üzerini örttü.
“İkimiz de buradan kopamıyoruz ha Fırtına?” diye sordu Okan, köpeğin başını okşarken. Mezarlığın bekçisinden öğrendiğine göre bu mezarda yatan polis hiç evlenmemiş, emekli olsa da işini görmeye, halka yardım etmeye devam etmiş ve sonunda doğal nedenlerden dolayı ölmüş. Bu köpekse onunmuş, adı Fırtına’ymış, polis memurunun tek hayat arkadaşı olmuş. Yaşlı köpek, sahibini bir gün bile bırakmadan her gün mezarının başında yatıyordu. “Benim de sahibim bekler, Fırtına. Güzelce ısın.”
Okan elini köpekten çekip ayağa kalktığında Fırtına başını kaldırıp ona bakmıştı; bir insan gibi Okan’ın gözlerinin derinliklerini izleyip teşekkür edercesine battaniyeye daha da sığınmıştı. Sık ağaçlara rağmen yağmur damlaları toprakla buluşuyor, sessiz mezarlığı güzel bir kokuya bürüyordu. Sonunda durması gereken kabirlere geldiğinde derin bir iç çekti Okan. Sırasıyla annesi, babası, ikiz kardeşi, abisi, kız kardeşi, eşi ve hepsine kıyasla en küçük kabir olan bebeği Alya. Onlara selam verip taş yola oturdu. Hepsi farklı aralıklarla hayattan kopmuştu, sadece eşi ve kızı aynı anda terk etmişti onu. Olsun, hâlâ yanlarına gelebiliyor, onları ziyaret edebiliyordu. Gülümsedi Okan. Yaşayanların yanında hissedemediği kadar huzurlu hissediyordu mezarlıkta. Yaşayanların yanında olamadığı kadar mutlu oluyordu. Okan o yüzden en çok toprak kokusunu seviyordu. Mezarlığı saran toprak kokusunu.
