Toplumsallaşma süreci içerisinde sosyal paylaşım bakımından cinsiyet önemli faktörlerden birisi olagelmiştir İslam dünyası ve Hristiyanlıkta. Kadının toplumsallaşması özelinde konuya baktığımızda, kadının sosyalizasyon süreci içerisinde önemli ölçüde geri kaldığını (yada bırakıldığını) söylememiz mümkündür. Sebebi erkek hegemonyasında kadını görmezden gelerek ikinci sınıf insan muamelesi olarak görmesidir.
Nasıl ki ilkel insanlar ilk çağlarda Tanrılarını ve eşlerini beraberinde götürürken bunu yaparken ailesinin ve kendisinin Tanrıları nezdinde istediği her şeye sahip olduğu inancı hakimdi. Kadınlarda kendisine çizilen dairenin dışına çıkmadan o sınırlar dâhilinde haddini aşmaması gerektiği düşüncesiyle kendisine verilen ile yetinmesi gerektiğini düşünmesi empoze edilmişti. Buna başka deyim getirmemiz gerekirse, Kadın-kadın olma yolunda değişik ortamlarda ve çeşitli zamanlarda, farklı şekillerde kendi ihtiyaçları ve gereksinimlerinin dışına çıkmadan, kendilerine adeta lütuf olarak sunulan nimetleri şükür olarak azletmeleri öğretilmişti.
Bu fiillerin gerçekleşmesi veya gerçekleştirdikleri taktirde toplum içerisinde erkeğine uyumlu bir eş olduklarını ispatlamış olacaklardı. Bu genelde alt tabakada yaşayan kadınların oluşturduğu toplumlara hitap eden bir varsayım. Bu muhafazakâr kesimde böyleyken, zengin tabaka kadına daha fazla önem vererek saygınlık kazanmasını ve erkeğini toplumda iyi bir eğitim, görgü ve nezaketle yetişmesini sağlama yolunu benimsemişti.
Öyle ki, kimi zaman evinin önünde beslediği birkaç hayvan ve kulaktan duyma yaptığı dinî ayinler kadının yaşamını doldurmaya yeter hale gelmişti.
Bu nedenle tarihsel planda genel itibariyle erkekten güç, eğitim ve başarı yönüyle eksik ve güçsüz kalan kadın kendisinden ödün vermek zorunda bırakıldı.
Fedakârlık etmesi kadına devamlı toplum hayatında etkin bir yer bulamamasına yol açtı. “Amerika’da Virginia Haklar Bildirgesi” (1776) ve Fransa’da “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi (1789) hazırlanma aşamasında kadınlar “vatandaşlık” statüsünde dahi alınmamıştı.”
Hazreti Peygamberimiz devrinde kadın cinsiyetinin toplumsal faaliyetlerde kısıtlayıcı bir etkisi olmamıştır. Hazreti Ömer’in (R.A) deyişiyle İslam gelinceye dek insan yerine konmayan, bir fikir beyan ettiklerinde sözlerine itibar edilmeyen kadın vardı, İslam’ın gelişiyle birlikte kendilerinin bağımsız bir şahsiyet olduklarının bilincine varmış olan Arap kadınları bu sebeple yeri geldikçe erkeklerle birlikte bazı hakları elde etmek amacıyla girişimlerde bulunabilecek kadar değişime odaklı bir yaşam prensibi ortaya çıktı.
Erkekler gibi biat etmek talebinde bulunmuşlar kendilerine yapılan haksız uygulamaların kaldırılması yolunda gayret göstermişler ve bu isteklerini Hz. Peygamber’e (s.a.v) her fırsatta iletmişlerdir.
Belki de bu nedenle İslam tarihi içerisinde şeref sayılan birçok imtiyazda erkeklerle birlikte, hatta kimi zamanlar onlardan da önde olan birçok hanımdan söz edilmiştir.
Öyle ki ilk Müslüman olan, İslam yolunda ilk şehit düşen de kadın Hazreti Sümeyye, (r.a) İslam dünyası için önemli biri olarak tarihte kendisinden önemle söz ediliyor.
İslamiyetin ilk dönemlerinde Müslümanlığı seçen kadınları da örnek olarak göstermek mümkün. Buna güzel bir örnek olarak bir müşriğin kızı olan Ümmü Gülsüm, evini ve ailesini bırakıp Medine’ye hicreti göze alan güzide bir hanım olarak kendisini göstermiştir.
İslam kadına gereken değeri verdiği gibi ona, düşünce özgürlüğü, bağımsız ibadet yapma hakkı, eşine ve çocuklarına karşıda bazı hakları ortaçağ Hristiyanlarından daha farklı ve önemli bir statü tanımıştı. Bunun yanı sıra yapılan hukukî düzenlemelerle kadına, Cahiliyede hak iddia edemediği, evlilik sırasında kazandığı ya da önceden elde ettiği malların mülkiyet ve tasarruf yetkisi verilmiş; erkeğine kadının malı üzerinde bir velayet hakkı tanınmamıştır.
Kadına gerektiğinde hâkim huzurunda dilediği kişiyi dava etme hakkı da verilmiş, bu hususta eşine danışmayı zorunluluktan çıkararak bu hakkı direk kadına vererek adeta tepsi içinde hediye olarak sunmuştu.
Erkek kadının dinî inanışı noktasında da uyarılmış, karısını din değiştirmesi hususunda zorlayamayacağı bildirilmiştir. Evlilik sırasında ve sonrasında birçok hak tanındığı gibi, toplumda önceden taşımış olduğu kimliğini muhafaza edebilmesi için sembolik anlamda da kendi soyadını kullanabilme imkânı da tanınmıştır. Bu yönde Yahudilerde de kadınlara bu hak verilmiş olsada, bu yönleriyle de İslam’da kadın başta seçme ve sözleşme hakkı demek olan biat olmak üzere nikâh, hibe, vekâlet, ikrar, sulh, vasiyet vb. gibi sosyal ve ekonomik tüm haklarla teçhiz edilmiştir.
İslam kadınlara insanî ve hukukî alanlarda vermiş olduğu kazanımların sosyal hayattaki tezahürlerinin titizlikle tatbikini de gerekli kılmıştır. Bu nedenledir ki Peygamber (s.a.v) devri kadınları, güçleri nispetince toplum içerisinde erkeklerle birlikte İslam davetine koşmuş, hicreti göze almış, harpten korkmamış, ibadet hayatının her çeşidinde erkeklerle beraber olmuş, namazlara katılmış, Kâbe’yi tavaf etmiş, ticaret hayatında yer almış, çarşı pazar teftişinden kaçınmamış, imkân buldukça ilim öğrenme ve öğretme yolunda büyük çabalar sarf etmiştir. Resûlullah (s.a.v) kadınların hakları hususunda öylesine hassasiyet göstermiştir ki, bu haklara riayet etmeyen bazı sahabeleri ikaz etmiştir (İbn Mâce, Nikâh / 51).
Peygamber efendimiz sonrası, daha evvelde belirttiğim gibi, İslam devletinde sosyal ve dinî hayatın kalbi olan camiden de kadını uzaklaştırmak, kadının toplum içerisindeki faaliyetlerini büyük ölçüde sınırlandırmayı seçtiler.
İslam Ümmetinin lideri konumundaki Hazreti Muhammed’e adeta nispet edercesine veya isyan edercesine yasaklamalar getirerek uygulamaya soktular. Kadınların geceleyin dahi olsa camiye gitmek için eşlerinden izin istediklerinde, kocalarının onlara engel olmamalarını Hz. Peygamber (s.a.v) emretmiştir. Bu emrin de mucibince Asrı-ı Saadet’te kadınlar mescide gitmişler; hatta onların rahatlığı için Hz. Peygamber (s.a.v) Mescidi-i Nebeviyi yaptırırken yalnızca kadınların girip çıkacakları bir kapı yaptırmıştır.