Loading

1

Devlet hakkında biraz yazmak istiyorum. Her şeyden önce şunu belirtmem gerekir ki; devletin kutsal olmadığı insan yapımı bir kurum olduğu; bu yüzden bizim yaptığımız diğer yapma kurumlar gibi herhangi bir kutsiyetinin olmadığı tezini ben de savunuyorum diyebilirim. Devlet varlığını nereden alır sorusuna cevap olarak; insanların örgütlenme yeteneklerinden aldıklarını söyleyebilirim. Anarşi içinde yaşamanın zorluklarından, kargaşasından belli bir düzene ihtiyaç tabikiyle devletin kuruluş sebebidir denilebilir ve fakat insanların örgütlenme yeteneği devletin temel varlık dinamiğidir demek doğru olacaktır.

Çünkü kargaşa ve kaosun olmadığı ve görece refah olan toplum birimlerinde bile örgütlenme insan doğasında verili ve olmazsa olmaz bir unsur gibi mevcut olur. İhtiyacın insanlarda kıpırdanmaya yol açtığı, çare arayışlarına yol açtığı doğrudur fakat insanı bütün olarak ele aldığımızda onun bir şeyler yapıp etmeye, bir şeyler icat etmeye, düzen getirmeye çalışmaya ve en nihayetinde örgütlenmeye gitmeye eğilimli olduğunu söyleyebiliriz. Dış çevrenin insanları buna ittiğini yoksa insanın doğuştan içinde bu tür itkilerin olduğunu ya da dış çevre ve insan itkilerinin birlikte bir bütün olarak adeta bir organizma gibi, birbiriyle ilişki içinde verili olduğu seçeneklerinden birini iddia edebiliriz. Fakat bize açık bir şekilde görünen bir şey var ki insanın bu yukarıda saydığım eğilimlere sahip olduğudur.

Hareket etme varlığın doğal dinamiğidir ve bir varlık olan insan da doğumundan itibaren hareket halindedir daha doğrusu bunun dışında bir pozisyonda olma durumunda değildir. Peki hareket eğilimi bir müddet sonra kendinden ne doğurur? Bilinçsiz varlıklarda hareketin ne tür bir istikamet izlediği, hareketini neye göre yaptığı konusunda iddialarımız olabilir; doğa kanunu, zorunluluk, nedensellik diyebiliriz fakat bilinçsiz olduklarından ötürü hareketlerinden onları sorumlu tutamayız ve ayrıca şimdilik bu hareket sisteminin bizi ilgilendirmediğini çünkü bu hareket yasasının hiçbir zaman değişmeyeceğini, başlangıçta nasılsa şimdi de harfi harfine aynı olduğundan, bu hareket hakkında daha fazla söz söylemenin gereği olmadığını(şimdilik) söyleyebiliriz. Fakat bilinçli bir varlık olan insanın( ki determinizmin olduğu yerde özgürlüğün bir yanılsama olduğu iddiası gayet güçlü ve makul bir iddia olmakla birlikte yazımız gereği bu gerçeği görmezden gelecek ve insanı bilinciyle, özgürlük eğilimiyle ele alacağız) hareketi neyi doğurur? Gördüğümüz kadarıyla insan hareketinin, her ne kadar peşi sıra düzensizlik, başıbozukluk, kaos getirse de, içinde hep düzene karşı bir özlem vardır. Bata çıka yoluna devam etse de o hareketlerinde hep düzeni gaye edinir. Açıkçası başka şansı da yoktur. İnsanoğlunun bu hareketi, bir şeyler yapma isteği, daha doğrusu bir şeyler yapmadan duramama hali, bu enerjisi çoğu zaman kargaşa getirse de aslında gayet olumlu bir şeydir. Öyle ki şu an yeryüzünde bulunan soyut ve somut kurumların tamamı bu enerjinin ürünüdürler. Ve bu düzenin toplum içindeki tezahürü örgütlenmedir. Şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki örgütlenme, insanın doğası gereği, hemen insanın peşi sıra gelir. Bir nevi insan yapısı gereği örgütlenmeye mahkumdur. Bu hareketin, bu çabalamanın gideceği başka durak yoktur. Bu suyun akacağı başka ırmak yoktur. İşte bundan dolayıdırki yazımın başında söylediğim devletin kuruluş dinamiği bu örgütlenme eğiliminde saklıdır. Ve ihtiyaç ile örgütlenme eğilimini birbiriyle ilişik ve kopmaz bağlarla birbirine örülü kabul edersek ve bir nevi bu bağlantıyı verili bir doğa kabul edersek( ki hangisinin önce geldiğini söylemek zordur) devlet kuruluş gücünü ve sebebini bu doğadan alır.

Daha doğrusu devletten ziyade insanoğlu yapımı olan tüm kurumlar, tüm kültür ve uygarlık gücünü bu doğadan alır. Hukuk, din, eğitim, siyaset: bu ve daha sayamadığım tüm kültürel kurumlar kuruluşunu ihtiyaç ve örgütlenmenin bu bitmez aşkından alır. Ve daha önce de dediğim gibi ihtiyacın veçhesi zaman zaman farklı renkler alabilir fakat örgütlenme eğilimi daima sabit bir şekilde vuku bulur. Rönesans filozofları belki de haklı olarak insanı bir mikrokozmos şeklinde düşünmüşlerdi. Yani küçük bir birim olan insan kocaman evrenin küçük bir aynasıdır, insan çözülebilirse evren de çözülebilir savını taşır bu iddia. Ben de insana mikrokültür demek istiyorum. Yukarıda saydığım tüm bu kültürel kurumların yapısını, işleyişini, kısımlarını anlamak için yaratıcısı olan insanın anlaşılması gereklidir. İnsan doğal olarak tüm bu kurumların aynasıdır. Ağaç olan insan bu kurumlarda dallanıp budaklanmış, çiçek ve meyve vermiştir. İnsanın anlaşılması bu kurumlara karşı görümüzü aydınlatır.

İnsan doğası tam olarak nasıldır? Bu soruya net bir cevap vermek zor olacaktır. Fakat elimizdeki verilere bakarak birtakım fikirler öne sürebiliriz. Bu veriler de hayatın, tarihin bize sunduğu gerçeklerden başka bir şey değildir. Aristoteles insanı zoon politikan olarak nitelemiştir. Buna göre toplumsal bir varlık olan insan devleti kurmaya mahkumdur ancak devlet ve toplumladır ki insan kendini gerçekleştirebilsin. Toplumsuz kendini tanımlayamayan, gerçekleştiremeyen insan kendini devletle özgür kılabilir. Bu yüzden devlet insanın yapısı gereği doğal bir kurumdur. Yüzyıllar boyu çoğu kesim tarafından kabul gören bu teze İngiliz filozof Thomas Hobbes karşı çıkmıştır. Ona göre devlet doğal değil yapma bir kurumdur. İnsan da toplumsal değil bencil bir varlıktır. Buna göre devleti toplumsallaşma amacıyla kurmamıştır. Herkesin bencil olduğu bir dünyada yaşama hakkı ve bu yaşamı güven içinde sürdürme isteğinden dolayı eğemenliğinin bir kısmından vazgeçmiş ve can güvenliğinden dolayı bu egemenliği devlete devretmiştir. Ona göre devletin kuruluş serüveni toplumsal sözleşmeyle başlar. Yani Aristoteles’in tam tersine devlet yapay bir kurum olup kuruluş gücünü can güvenliğinden endişe ettiklerinden dolayı insanların kabul ettikleri toplumsal sözleşmeden alır. Aristoteles ve Thomas Hobbes’in tezlerine bir bakalım.

İnsanoğlu toplumsal bir varlık mıdır? Bunun cevabını vermekten ziyade bu duruma daha geniş bir çerçeveden bakmaya çalışalım. İnsanoğlu nerede doğmuştur? İnsanoğlunun gayesi nedir? İnsanoğlunu hayata bağlayan temel itkiler nelerdir? Ve insanoğlu salt bu itkilere göre mi yaşar yoksa akıl denilen kavramı kullanıp bu itkilerin üstüne yeni bir benlik inşa eder mi? Bu gibi soruları cevaplandırmak konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır.

İnsanı düşündüğümüzde veri olarak elimizde neler var? Yeryüzüne çırılçıplak fırlatılmış olan kişi; bu kişinin aklı, tutku ve arzuları; kişiyi çepeçevre sarmalayan bu dünya; bu coğrafyanın içinde bulunan ve insanı yeme, barınma, korunma ihtiyacını karşılamasını sağlayan bitki, hayvan ve diğer doğa elemanları… İnsanoğlu toplumsal mı yoksa bencil mi ya da iyi mi kötü mü sorularını sormadan önce insanın bu içsel eğilimleri ve bu içsel eğilimleri kuşatan doğa çerçevesinde ele almak ve adeta analitik bir yöntemle insan bu iç ve dış öğelerle ne yapabilir, nereye varabilir diye sormak ve bu tür öğelere sahip bir varlığın adeta laboratuvar ortamında incelenmişcesine yapabilecekleri, bu yapabileceklerinin sınırları nelerdir, bu konuları ele almak lazım. İnsan toplumsal mı bencil mi; devlet doğal mı yapma mı diye sormadan önce insanın böyle bir coğrafyada yapabileceklerinin sınırları neler ona bakmak lazım.

Doğada doğduk, nereden ve niçin geldiğimizi bilmiyoruz; etrafımızda her türlü bitki ve hayvandan oluşan bir fauna. Korkuyoruz, çıplağız, ne yapacağımızı bilmiyoruz. Elimizde olan belki de tek gerçek şey hayatımızı devam ettirme arzusu. İşte böyle bir ortamda toplumsal/politikmişiz yoksa bencil mişiz ne önemi var? Böyle bir coğrafya da gözle görülebilir en büyük özelliğimiz hareket etmek ve devam etmek. Ve herşey bundan sonra başlıyor zaten. İstediğimiz kadar bencil olalım; hareket etmek ve devam etmek bir yerden sonra bize belli bir düzen ihtiyacı doğurur. Etrafımızda bir dünya, bize benzer insanlar, işlenebilecek bir doğa var. Elimizdekiler bunlar ve biz bencil yaratılışta olsak bile bir müddet sonra bir şey yapıp etmeye istek duyan eğilimimiz bizi bir müddet sonra ister istemez düzene sokacaktır. İşte bu dünya ve etrafımızdaki bize benzeyen insanlarla örülü çevre bizi toplumsal olmaya itecektir; doğamız gereği toplumsal olmasak bile. Bunun başka bir yolu yoktur.

Karnımızı doyurduktan, bir yerlerde barındıktan, her türlü hayati tehlikeden arındıktan sonra artık içimizdeki diğer dürtüleri tatmin etmeye çalışacağız. Başkalarıyla konuşmaya, iletişim kurmaya, yalnızlığımız gidermeye çalışacağız. Aşık olmaya, düşünmeye, biz ve etrafımzdaki olaylara anlam vermeye; özgürlüğü, adaleti, eşitliği, düşünmeye başlayacağız. Tabi işin can alıcı noktası her ne kadar ben bu eylemleri belli bir sıra içinde vermiş olsam da bu eylemlerin herhangi bir kronolojiye tabi olmadığıdır. Yani karnımızı doyurmaya çalışırken özgürlüğü de düşünüyor olabileceğiz. İşin güzel tarafı da bu sanırım; insanoğlu herhangi bir düzlemeaktarılamayacak belli yasalara göre açıklanamayacak kadar karmaşık ve yoğundur.

Kimbilir belki tüm bu olan bitenlerin bir çıkış noktası, bir tözü vardır ve her şey bu töze göre şekilleniyordur. Örneğin töz olarak bencilliği koyarsak insanın tüm bu yapma etme eğilimlerine bencilliği ilk neden olarak koyabiliriz. Herşey bu ilk nedenin serpilmesi sonucu oluşmuştur belki. Sevgi, nefret, aşk, özlem, savaş, barış, çatışma, uzlaşma hatta diğergamlık her şey bu bencillik nedeniyle türüyordur. Bencillik en yüce duygular ardına bile gizlenebiliyor, ilk ateşleyici olabiliyordur. Fakat dediğim gibi henüz bunu ölçebilmekten, insan davranışlarımnın haritasını çıkarabilmekten herşeyi belli yasalara göre anlamlandırabilmekten uzağız.

Konumuza tekrar dönersek; çevre bizi toplumsallaşmaya mahkum ediyor. Bir düzen arayışı, içimizdeki olumlu ve olumsuz eğilimleri giderme isteği, susuzluğumuz bizi bir çerçeve oluşturmaya itiyor. Daha önce de bahsettiğim gibi, bir aklımız var duygularımız var istek ve arzularımız var ve tüm bunların sahibi olan bizin etrafını çepeçevre sarmış bir doğa, bir dünya var. Aklımızın nasıl çalıştığı az çok belli, duygularımız ve isteklerimiz ne kadar karmaşık ve yoğun olsalar da ne oldukları az çok belli ve bizi çevreleyen dünya da az çok belli. Öyleyse tüm bu şartlar altında bizim ne yapacağımız, istikametimizin de ne olacağı az çok belli oluyor. Benciliz ama toplumsallaşmadan başka ne yapabiliriz. Özgürlük istiyoruz ama devlet kurmaktan daha da açıkçası örgütlenmeden başka ne yapabiliriz. Maddi ve manevi isteklerimizi ancak belli bir düzen içinde kısmen de olsa telafi edebiliriz. Birbirimizle iletişime geçerek, yardımlaşarak ancak bireyselliğimizi tanımlayabiliriz. Benciliz ama sosyalleşmekten başka bir çıkar yolumuz yok. Çünkü olanaklarımız, çevremiz belli yapabileceklerimizin sınırı ortada.

Hal böyle olunca insanın sosyal mi yoksa bencil mi olduğu sorusunun bir anlamı kalmıyor. Alternatif bir dünya tarihi olur muydu bilmiyorum ama bu insan yapısıyla bu doğal çevreyle nasıl olacaktı onu da sormadan edemiyorum. Çünkü ihtiyaçlarımız var, örgütlenmeye, düzene olan eğilimimiz var ve tüm hareketlerimizi bu eğilimler belirliyor. O yüzden Leibniz’in mümkün dünyaların en iyisi savına hiç katılmasam da; uygarlık için şunu diyebilirim ki her şey bir aşağı bir yukarı olabileceği kadar oldu. Uygarlığımız binlerce kusur dolu ama dönüp bakıyorum da belki de olabileceği buydu. Alternatif bir insanlık tarihi de az çok buna benzer olurdu. Dünya aynı dünya, insan doğası aynı insan doğası; ihtiyaç ve örgütlenme aynı o halde alternatif bir tarihin de buna pek benzeyeceği aşikar. Yine eğitim, hukuk, din, siyaset gibi kurumlar yine ahlak gibi ilkeler, yine savaşlar yine barış, yine ticaret, yine kargaşa ve yine uzlaşı hepsi bu.

Din gibi kurumlara inanmayanların bile bu gerekli bir kurumdur çünkü insanı düzene sokmak hayatını anlamlandırabilmesini sağlamak için böyle bir kurum olmalıydı diyenlere hep gülmüşümdür. Çünkü demem o ki bu ve benzeri kurumlar yapımız gereği her halükarda olacaktı, bunlarsız bir tarih, bir insanlık serüveni düşünülemez. Yani bu tür kurumlar olmasa dünya düzensizliğe doğru evrilirdi diyemeyiz. Bu kurumlar doğamız gereği zaten varlar, bir nevi doğamız onları doğurmaya mahkum. Din, hukuk, siyaset gibi kurumlar olmasaydı ne olurdu diye bir senaryo yazmak, bir soru sormak oldukça anlamsız. Çünkü tanrı bunları bizimle yaratmış gibi. Yapımız, doğamız gereği hangi yüzyılda olursak olalım, nerede yaşarsak yaşayalım bu tür kurumları kurmaya, örgütlenmeye mahkumuz. Evet belki çok karmaşığız fakat bazı eğilimlerimizle bir otomattan farkımız yok. Öyle ki en ilkel toplumlarda bile bu benzeri kurumları, örgütlenmeleri görmek mümkün, belki bizden daha ilkel bir yapı ve işleyişleri var fakat görüldüğünde buram buram örgütlenme buram buram insan doğası kokuyor.

Toplum sözleşmesine gelince bunun bir hayali kurgu olduğunu Epikuros da, Richard Hooker da ,Thomas Hobbes da kabul edecektir. İnsanlar kargaşadan, düzensizlikten korunmak için böyle bir sözleşme de bulunmuş ve egemenliklerinin bir kısmını devlete devir etmişlerdir. İnsanlık tarihine baktığımızda böyle bir sözleşmenin ne zaman hangi toplumda olduğunu görmek güç. Daha önce dediğim gibi bu tüm bu olanlara anlam verebilmek için kurulmuş bir senaryo. Ayrıca Adam Smith’in buna bir itirazı da var. O, ilkel topluluklardan medeniyete geçişin kronolojik bir tarihini vermiş ve kabaca devletin kuruluşunun gerekçesini mülkiyet sahibi insanların, mülklerini mülksüzlerden korunma isteğinde bulmuştur.

Şimdi mülkiyet sahiplerinin mülklerini korumak adına devlet denen bir aygıtı kurma eylemi her ne kadar kulağa hoş ve makul gelse de bir yere kadar geçerlidir diyebilirim. Evet kabaca zenginler fakirlerden korunmak ve onları yönetip egemenlik kurmak için girişimlerde bulunmuşlardır ve günümüzde de bulunmaya devam etmektedirler. Ve devlet denilen kurum zenginlerin bu isteğini yüzyıllar boyunca layıkıyla yerine getirmiştir de. Fakat insan doğasındaki örgütlenme eğilimini görmezden gelip, bu gayet doğal ve denilebilir ki verili olan bu kurumu sadece zengin fakir savaşına bağlamak oldukça eksiktir bence. Bir an için sınıf farklılıklarının olmadığını varsayalım ve herkesin eşit zenginlikte olduğunu kabul edelim. Böyle bir toplumda eğitim, hukuk ve diğer sosyal kurumların işleyişi nasıl olacaktır. Günümüz İskandinav demokrasilerinden yola çıkarak; savaşın, fakirliğin olmadığı bir ülke hayal edelim. Bu ülke insanların sosyal ihtiyaçları nasıl karşılanacak. Sinema, tiyatro, spor faaliyetlerini kim düzenleyecek, mevcut güçlü olan ekonominin sürdürülebilirliğini kim sağlayacak, siyasetyin işleyişini kim sürdürecek, adli vakalara kim bakacak. Bunların bir kısmına özel teşebbüsler bakabilir denecektir. Fakat bu özel teşebbüste haliyle örgütlenmiş bir birim olacak. Yani devlet ad değiştirmiş olacak, örgütlenme baki kalacaktır.

Örgütlenmenin ve dolayısıyla devletin var olma nedenini ortadan kaldırmak için toplumsal ilişkileri bitirmek ve insanları yapayalnız hücre hayatına mahkum etmek gerekecektir. Bundan dolayıdır ki devletin kuruluş gayesini zengin fakir ayrımından çok ötede aramak gerekecektir. Toplum sözleşmesine gelince, devleti ele almadan önce devletin ne olduğuna bakmak gerekir ve ben gayet basit bir şekilde diyorum ki devletin tanımı örgütlenmedir.

Devlet denilen şey sadece ordu, memurların oluşturduğu bürokrasi, yasama, yargı ,yürütme erkleri ve bu tanıma uygun diğer kurumlardan ibaret değildir. Devletin yapısı insanın içinde gizlidir. Devlet insan sosyalleşmesinin doğal bir sonucudur. Öyle ki en klişe tabiri kullanmak gerekirse: sadece beş kişiden oluşan bir insan topluluğunda bile bir örgütlenme, iş bölümü ve belki de hiyerarşi olacaktır. Bu örgütlenme nüfusun artmasıyla birlikte daha kapsamlı bir hal alır; hepsi bu, tüm sır bunda gizli. Aristoteles’e kısmen hak vererek ve aynı zamanda Hobbes’a selam göndererek diyorum ki benciliz ama toplumsallaşmak zorundayız, sosyalleşmemizin sağlanabilmesi için de bir düzene ihtiyacımız var; bu düzeni kurabilmek için de harekete geçmek, iş bölümü yapmak zorundayız, tüm bunları yapabilmek için de nihayetinde bir örgüte ihtiyacımız var. İnsan hem toplumsal bir varlıktır hem de bencildir. Birinin olması diğerinin yokluğunu gerektirmez. Bu bencilliktir ki bizi ateşleyen başkasıyla irtibata geçme isteği yaratan, başkasında kendimizi tanımlama isteğine yol açan. Bencil olmamız sanılanın aksine bizi sosyal yapar. Toplumsallaşmanın ön koşullarından biri de bencilliktir. Evet bencil olduğumuz için devlet var ama bu onu olmasa da olur bir kurum haline getirmez. Evet insanlar bu kurumu yaratmıştır ama insanoğlu öyle bir yapıdadır ki bu kurumu doğurması gayet anlaşılırdır, bu yapı, bu doğa bu kurumu doğurmaya mahkumdur. Hem can güvenliğimiz için vardır devlet hem de sosyalleşmemiz için. Bu yüzden toplum sözleşmesi vardır fakat çok flu bir kavramdır. Böyle bir şey hayali de olsa vardır fakat öyle bir şeydir ki; şu veya bu oldu sonradan insanlar böyle bir sözleşmenin varlığına ihtiyaç duydular diye kronolojik bir sıralamaya konulmayacak kadar da fludur. Onu donuk bir kronolojiden çok süreç içinde ele almak, insan doğasıyla insanın bencil ve fakat bir o kadar da toplumsal doğasıyla elle almak gerek. Tıpkı diğer kurumlar gibi bunu da insanların hareket, düzen isteği, ihtiyacı ve nihayetinde örgütlenme eğilimiyle ele almak gerekecektir.

Bu özellikler insan doğasında adeta kodlanmış gibi bulunduğu için, bu kurumları süreç içinde ele almak, insandan koparmamak ve insanın dünyaya kendiyle birlikte getirdigi adeta verili bir olgu halinde kabul etmek gerekir.

2

Devlete devam etmeden önce, bununla ilgili olarak çoğu filozofun fikir beyan ettiği organiklik-mekaniklik konusuyla devam etmek isterim. Kısaca Fransız aydınlanmacılarının doğaya paralel olarak varlık ve birey gibi kavramların atomik, kendi başına, her biri kendi şahsına münhasır ve bir bakıma birbirleriyle ilişkisi olmayan kavramlar olduğunu söylüyorlardı. Başta Hegel olmak üzere bir kısım filozof ise felsefelerinde, örneğin kültür veya devlet felsefelerinde, bu kurumların adeta canlı bir organizmaymışcasına birbirleriyle bağlantılarla örülü yapılardan meydana geldiklerini söylemişlerdir.

Bizim yapabileceğimiz olaya bilimsel bakabilmek; daha doğrusu bilimselden ziyade bu savlardan hangisinin gözlemlenebilir, doğrulanabilir yada yanlışlanabilir olduğuna bakabilmektir. Organizma savı her ne kadar kulağa hoş geliyorsa da kanıtlanabilecek, üzerinde uzlaşılabilecek bir sav değildir. Örneğin devletin içinde ki bireylerin birer canlı organ gibi devlet vücudunu oluşturduğunu söylemek hiçbir bilimsel metodla ispatlanamaz ve bilimsel bir önerme olarak ortaya atılamaz. Ancak öncülleri gibi bu sav da bir metafizik olarak nitelenebilir. Kulağa hoş ve esin verici olmakla birlikte bir spekülasyondan, bir iddiadan öteye gidemez.

Bu konuda diyebilirim ki; illa evrene bir organiklik atıf etmek istiyorsak buna atomik birimlerin aynı mekanda olmalarından dolayı, birbirleriyle olan zorunlu iletişim ve ilişkisi, birbirlerine benzerliği, bir nevi birbirlerine akrabalığı diyebiliriz. Evrende ki her şey atomiktir. Aynı mekandadır fakat birbirinden ayrıdır, birbirleriyle ilgi ilişki, etkileşimleri vardır fakat adeta bir üst ruh tarafından, hepsinin bir amaca yönelik hareket ettirildiğini, küçük atomların birer canlı organ gibi büyük organizma için adeta teleolojik bir kisveyle

anlam oluşturduğunu söylersek; bunu ispatlayacak herhangi bir bilimsel açıklama yapamayız, daha önce de dediğim gibi bu da felsefe dünyasındaki diğer metafiziklerin yanında yer alır.

Bilimsel bir tez öne sürmek istiyorsak, yukarıda da dediğim gibi atomik öğelerin aynı mekanada oluşlarından ötürü birbirleriyle zorunlu olarak olan ilişki ve benzerliği savını önerebiliriz. Öyle ki bir mekanda sıkışmış bu sayısız öğe ister istemez birbirlerine etki ederler, ruhları yoktur fakat sürekli birbirleriyle alış-veriş içindedirler. Belki biraz kaotik de olan bu etkileşim ona bakan insan zekası tarafından belli bir anlama muhattap kılınabiliyor ve bunlar, insanda bir üst ruh tarafından belli bir ereğe doğru hareket eden cismiler olarak görülebiliyor. İşte bu sebepledir ki organizma fikrinin insan zekasının mahsulü olan anlam bulma eğilimi dışında herhangi bir dayanağı yoktur. Organizma ancak ve ancak aynı mekanda bulunan atomik öğelerin birbiriyle olan etkileşimini ifade etmek için kullanılan bir metafor olabilir.

Devlete gelince daha önce de belirttiğim gibi onu mekanik bir kurum olmaktan çıkarıp kutsal bir olguymuş gibi ele almanın anlamı yoktur. Devletin insan yaşamında pek çok olumlu yanı vardır: eğitimde, sağlıkta, güvenlik ve diğer benzeri hizmetlerde bireye faydalarının olduğu bir gerçektir. Fakat bu onu kutsal yapmaz olsa olsa gerekli yapar. Konusu açılmışken eksikliklerle bezeli olan doğa da belki de kutsal bir şey yoktur. İlla kutsalın arayışına çıkacaksak bunu sevgi de bulabiliriz.

Devletin gerekli olduğunu insan yaşamında doğumdan ölümüne kadar olan süreçte bireyin dünyaya gelir gelmez bulduğu hizmetlerde görebiliriz. Devlet bireye kimlik verir, sağlık gereksinimlerini giderir, eğitim ve benzeri hizmetler verir. Fakat daha önce de dediğim gibi bunların kaynağını illa devlet de aramanın gereği yoktur, kaynak toplumun örgütlenmesidir. Devlet bu örgütlenmenin en yoğun, en karmaşık, en son halidir sadece.

Bir şeyin kutsal olarak add edilebilmesi için onun eksiksiz, yetkin, mükemmel olması gerekir. Tarih ve günümüze baktığımızda ise mevcut devlet ve/veya yönetimlerin bu tanımdan çok uzak olduğunu söylemeye gerek yoktur herhalde. Yukarıda saydığım hizmetleri hiçbir devlet yoktur ki vatandaşlarına eksiksiz, ayrımsız, adaletli bir şekilde verebilsin. Ayrıca devlet demek, kadrolarının bu kurum vasıtasıyla haksız yere kazanç sağlamaları, zenginleşmeleri anlamına da gelebiliyor. Devletin baskı, zorbalık ve tahakküm aracı olarak gördüğümüz örneklerin tarihte sayısızca olduğu da ortadadır.

Filozofların ve sıradan insanların düşünme şekli şu şekildedir ki, bir kavramı düşündüklerinde, bir tahayyül içinde bulunduklarında onu hep yetkin bir kavram şeklinde düşünürler. İnsanoğlunun aklının çalışma şekli bu şekildedir. Bir soyut kavramı ele alırlar ve onu zaman ve mekan gerçeklerinden, hayatın gerçek işleyişinden azade bir şekilde ele alırlar. Devlet olsun, hukuk olsun, kültür olsun, tarih olsun; hatta aşk, sevgi, nefret, saygı gibi kavramlar olsun. İnsanoğlu bunları düşünmeye başladığında, yapısı gereği, ilk o kavramın ideası akla gelir. O kavramı hep kusursuz, yetkin bir şekilde düşünmeye başlar. Hayatın gerçekleri ve açıkçası acı gerçekleri sonradan kişinin aklına gelir.

İşte devlet de bu tanımdan bağımsız değildir; hatta bu tanım için en orijinal kavramlardan biridir. Devletçi ekol, devleti kişi için olmazsa olmaz, bireyin kendini gerçekleştirebilmesi, özgürleşebilmesi, güvenliğinin sağlanabilmesi için mutlak gerekli bir kurum olarak görür. Ve daha ileri giderek devletin bu meziyetlerinden dolayı onu organik ve hatta kutsal bir kurum olarak görür. İdea kavramı yine devreye girer: devlet eksiksiz, hiçbir kusuru olmayan bir yapıdır, kim bilir belki de bir üst ruhun insanlar daha iyi yaşayabilsin diye onlara bahşettiği bir armağandır da. Bireyin tek başına bir anlamı yoktur. Ancak devlet denen bir kutsalladır ki birey ve toplum bir anlam kazanabilir. Tanrının insana olan bu armağanı hep haklıdır, herşey onun içindir, herkes onun izinden gitmelidir; birey veya herhangi başka bir kurumla ihtilafa düşüldüğünde haklı olan hep bu biricik armağan, devlettir. Bu böyle uzar gider.

Fakat tarih ve günümüz bize gösteriyor ki gerçek bundan bambaşkadır. Bırakın armağan olmayı, bu kurum çoğu zaman bir anlamsızlık, saçmalık, kaos, düzensizlik, tutarsızlık nesnesi olabiliyor.

Nazilerin devlet organizasyonunun Alman halkına ve sonradan dünyaya yaptıklarını söylememe gerek yoktur herhalde. Ya da baştan başlamak gerekirse Sokrates’in zehirlenmesi, ya da kölelik kurumunun ortaya çıkışı, tarihteki hemen hemen tüm devletlerin birbiriyle sürekli savaşması, idamlar, sürgünler, tutsaklıklar; haksız kazançlar, yolsuzluklar, zimmete para geçirmeler… Çoğu zaman birey özgürlüklerinin önündeki en büyük engelin devlet oluşu. Devlet çoğu zaman en büyük organize kötülük olabiliyor; öyle ki gücünden ve organize oluşundan ötürü kötülüğü yetkin bir şekilde tatbik edebilme de hiçbir rakip onunla yarışamaz.

Ortaçağ da kiliseyle işbirliği içinde yapılan engizisyon, yakılan insanlar. Bilimin, sanatın, kısacası insan gelişiminin önündeki en büyük engelin çoğu zaman devlet olduğunu görebilmek için deha olmaya gerek yoktur. O devlettir ki hangi ideolojiyi benimser ise benimsesin en büyük sloganı, motivasyonu muhafazakarlıktır. Öyle ki kurulu düzeni devam ettirme, geleneği sürdürme adına önüne ne çıkarsa yıkıp geçmiştir. Roma’nın, Perslerin, Çarlık ve Sovyet Rusya’nın despotluğu, Eski Doğu Avrupa yönetimlerinin bireye nefes dahi aldırmaması. ABD ve Avrupa devletleri emperyalizminin dünyaya yaşattıkları.

Devlet eliyle birçok usulsüzlük yapılmış, kan ve gözyaşı akıtılmıştır. Hükümetler hep kendi taraftarlarını her konuda kayırırken, kendi gibi düşünmeyenleri veya çıkarı örtüşmeyen grupları ezmede polis ve ordu gücünü hiç çekinmeden kullanmıştır. Görülüyor ki devletin içi tam bir savaş alanıdır; karşıt grupların bitmek tükenmek bilmeyen çatışması ve bunun getirdiği kaos ve düzensizlik. Kısacası diyebilirim ki, devlet ilahi bir varlık değildir. İnsan yapımı tüm diğer kurumlar gibi o da kusurlarla doludur.

Peki bunun sebebi nedir? Neden bir çok düşünürün öne sürdüğü gibi devlet eksiksiz, kusursuz, organik bir makine gibi değil de bu tür kusurlarla doludur. Keşke herşey idea halinde olsaydı diye içinden geçiriyor insan. Öyle ki bu ideayı savunma adına, Tanrıya rağmen neden kötülük var için yazılan teodiseler gibi, devlet ideasına rağmen neden devlet terörü var diye bir teodise de bunun için yazmak istenebilirdi. Fakat idealar dünyasında yaşamıyoruz ve başta devlet olmak üzere yeryüzündeki tüm kurumlar aklımızın eseri olan, saf, yetkin, katışıksız, kusursuz idealardan çok uzaktır. Onları yaratan aklımız değil bizatihi hayatın kendisidir. Devlet denilen aygıt kanlı canlı olan insan yapımı bir kurum ve bu insanların ilişki ağı içinde kurulu bir yapıdan fazlası değildir.

Başta da belirttiğim gibi devlet bir örgütlenmedir, insan yapımı bir örgütlenmedir ve bundan dolayıdır ki onun bu kusurlu halini insan da aramak gerekecektir.

İnsanoğlunu tarif etmek istersek: içinde bir sürü unsur barındıran karmaşık bir yapıda olduğunu söyleyebiliriz. Eğer insanoğlunun metafiziğini yapmak istersek, insanın tözüne neyi koyabiliriz. İyi ve kötü özelliklere sahip insanın hangi tarafı ağır basar. Yada bu iki nitelikten hangisi tözdür, insanoğlunun sayamayacağımız bir sürü nitelikleri onun hangi tözünden fışkırıp serpilmiş, dallanmıştır. Bencillik ve diğergamlığı ele alırsak insan da hangisi ağır basar. Gördüğümüz kadarıyla her ne kadar diğergam bir yapıda da olsa insan bencil tarafı daha ağır basıyor diyebiliriz. Bu tek töze bencilliği koyar isek tüm diğer şeyler çorap söküğü gibi gelebilir. İnsan doğasına ayrıntılı bir şekilde girmeyeceğim fakat devleti oluşturan nasıl bir doğadır? Bu soruyu cevaplayabilmek için burada kısaca bu konuya değineceğim.

Evet insanoğlunun en temel tözü bencillikse diğer tüm nitelikler bu bencillikten türemişlerdir. İyilik ve kötülük; bu iki etmen de bencillik ağacının ayrılmış dallarıdır.

Bencilliğimiz nedeniyle insanlarla iletişime geçiyoruz, sosyalleşiyoruz. Bencilliğimiz emrettiğinde iyilik yada kötülük yapıyoruz. Bencilliğimiz nedeniyle seviyoruz, birinden kopamıyoruz, ona iyilikler yapıp, onsuz bir yaşam tasavvur edemiyor ve hatta kendimizi ona adayıp onun uğruna ölebiliyoruz. Dostluk, aşk, sevgi ve nefret, kin, hüzün, özlem ve hatta diğergamlık tüm bunlar bencillik tözünün kendinden doğurduğu evlatlarıdır. Her metafizikte olduğu gibi bu metafizikte de her şey ilk öncül sayesinde oluyor. Tüm o karmaşık görünen yapı bu ilk öncül sayesinde açıklanabiliyor. Metafiziğin kendi doğası gereği, bu yapı kendi içine kapalı ve her şey ilk öncülden itibaren birbiriyle tutarlı halde. Bizim metafiziğimizde ki tözümüz de bencillikti. İnsana iyi yada kötü diyemeyiz fakat bencil diyebiliriz. Kendimize olan bağlılığımız sayesinde hayatımızdaki tüm eğilimleri gerçekleştiriyoruz. Kabaca söylemek gerekirse bize iyi geldiği için birini seviyoruz ya da ondan nefret ediyoruz; birinin yaşamasını ya da yok olmasını istiyoruz. Birine iyilik ya da kötülük yapabiliyoruz. Hobbes ve haleflerinin deyişiyle en yüce duygularımız bile bu bencilliğin kendisini gizli bir şekilde göstermesinden başka bir şey değildir. Diğergamlık bile bencilliğin bir kisvesidir. Bize iyi

hissettirdiği için kendimizi birine feda edebiliyoruz. Tabi bencilliği hep kendi çıkarını düşünmek gibi basit bir şekilde tanımlamamak gerekir. Bazen acı çekmek, sefil bir yaşam sürmek bile bize iyi gelebiliyor. Burada anahtar sözcük bir şeyin bize iyi gelmesi. Bazen mutluluk bize iyi gelir bazen mutsuzluk, bazen sevinç bazen keder, çoğu zaman acı çekmek bize zevk bile verebiliyor. İşte bencillikten kasıt bize iyi gelen şeyleri yapmaktır. İşte bu yüzdendir ki en aleyhimizde görünen eylem veya olayda bile gizli bir şekilde ondan zevk aldığımızı sezebiliriz.

Daha önce de dediğim gibi tek töz bencilliği belirttikten sonra insan doğasına fazla değinmek istemiyorum. Bize lazım olan devletin ne tür bir doğa sonucu oluştuğu. Bencilliğin kendinden iyi veya kötü edimleri çıkarttığını söylemiştik. Peki aktüel hayatta bu eğilimlerden hangisi ağır basar? Hobbes insanın kötü eğilimlerinden dem vurmakta ve arkadaşlık, dostluk, sevgi gibi kavramların var olduğunu fakat bu kötü eğilimlerinin yanında ikincil nitelikte kaldıklarını söylüyordu. Günlük hayatta bahsedilen iyi eğilimler elbette var fakat özellikle hedefi başarı, yükselme, bir hedefe odaklanma, bir yerler gelmenin lazım olduğu kurumlarda Hobbes’in deyişiyle bu tür eğilimler ikinci planda kalmakta. Sosyal hayatımızda, aile arkadaşlık ortamlarımızda, bu ortamların yapısı gereği sevgi, saygı, dayanışma, yardımlaşma daha ön planda olabilmekte ve bencillik kendini gizleyebilmektedir. Fakat ereği başarı ve yapısı rekabete dayanan kurumlarda kötü eğilimler kendini açığa vurmakta ve burada anahtar sözcük çıkar olmaktadır. Öyleki bu tür yapıların zeminini çıkar kavramı oluşturmaktadır.

Devlet de gerek devletler arası ilişkiler gerekse iç siyaset, partiler arası ve partiler içi rekabet ya da çıkar grupları arasındaki ilişki göz önüne alındığında, bu ağın zemininin çıkar üstüne kurulduğu ve diğer kavram ve olguların hep bu çıkar minvalinde değerlendirildiği ve oluşturulduğu görülebilir. Devlet adamları ve siyasetçiler dayanışma, yardımlaşma, birlik, beraberlik çağrıları yapabilir, söylemlerini bu ilkeler üzerinde temellendirebilir ve çoğu zaman bu ilkeleri fiiliyata döken hareketlerde de bulunabilir. Fakat adeta herkesin bildiği bir sır olarak tüm bu işleyişin, tüm bu yapının, tüm bu koşturmanın ereğinin çıkar olduğu iddiasını kimse yalanlayamaycaktır. Vitrinde belirtilen yardımlaşma, dayanışma gibi kavramlar olmasına rağmen tüm siyeset aktörlerinin temel hedefinin çıkar olduğu olgusu üzerine tartışma götürülemeyecek kadar açık, ortada ve nettir. Diğer iyi eğilimler bu arenada Hobbes’in deyişiyle ancak ikincil olabilirler.

İşte tüm bunlara dayanarak denilebilir ki devletin yukarıda sayılan eksikli, kusurlu yapısı bizzat insanın kendisinden doğmaktadır. Bencillik ve çıkar hiçbir arenada olmadığı kadar siyaset arenasında kendinde yer bulabiliyor hatta evrimleşip kendi alanında çığır bile açabiliyor. Sosyal hayatta bu hayatın yapısı gereği köşeye çekilen ve ara sıra gizli gizli kendini gösteren bencillik, siyaset arenasında hiç olmadığı kadar iltifatla karşılanabiliyor.

Devleti istediğimiz kadar eleştirebiliriz hatta yok olması gerektiğini de söyleyebiliriz. Fakat devleti sanki insandan tamamen bağımsız ve kötülüğün kaynağı, insan gerçeğinden onun kötülüğünden azade, bir yapı olarak görürsek ve günümüzün klişe tabiriyle her suçu sisteme atarsak kendi gerçeğimizle, doğamızla yüzleşmemiş olup, kolaya kaçabilir; doğamızı elekten geçirmeyi bırakıp yeryüzündeki tüm kötülüğü sistem denilen ve içinde devlet ve devlet benzeri yapıları barındıran ve açıkçası ne olduğu konusunda kimsenin daha net bir tanım yapamadığı bir aygıta yüklemiş oluruz.

İnsan doğasının yapısını, işleyişini, eğilimlerini devletin tüm kademelerinde görmek mümkündür. Daha önce de dediğim gibi insan bir mikrokültürdür. Devletin despotluğunu, zorbalığını, insan özgürlüğüne olan kısıtını, ayrımcılığını insanda aramak gerekir. Jean Jacques Rouesseau gibi kabaca söylemek gerekirse kötülüğü kurumlarda arayabiliriz. Belki bunu öne sürmekle bir nebze haklı da oluruz. Kurumların insanları olumsuz yönde değiştirdiğini iddia etmek mümkün fakat basit bir şekilde söylemek gerekirse kurumların da insan yapımı olduğu aşikardır. Çocukça bir soru sorup kötülüğü ilk kim çıkardı sorusunu sormak: kurumlar mı insanı kötü yapar yoksa insanlar kötü olduğu için kurumlar mı kötüdür demek anlamsızdır. Çünkü bu gerçeği öğrenmek için bir tarih soruşturması yapmak ve Rouseau’nun deyişiyle her şeyi evine ilk çiti çeken başlattı demek zor ve anlamsızdır. Zordur çünkü her şeyin başına dönüp bu “baş”tan veri toplamak kolay değildir ayrıca “baş” o kadar muğlaktırki elde edeceğimiz veri tam olarak ne işimize yarayacak ve bu veri ve verileri ne yapacağız, buna bir cevap verebilmek de kolay değildir. Anlamsızdır çünkü bize cevabı belki de bu “baş” vermemekte, cevap belki de tarihin sürekliliğindedir. Avcı ve toplayıcı topluluklar kısmi de olsa bugüne nazaran barış içinde mi yaşamışlardır onu bilemeyiz ama uygarlık kurulduğundan beri tarih hiç bir konuda olmasa bile bir konuda süreklilik arz etmektedir. Bu da devletlerin ya da doğal olarak yöneticilerin zorbalık ve yolsuzluğu tereddüt etmeden kullandığıdır. Taraf tutup şu devleti yüceltip bu devleti yerin dibine sokabiliriz.

Fakat tarafsız bir gözle bakarsak her devletin yukarıda saydığım kötü eğilimleri çekinmeden kullandığını söyleyebiliriz. Yöneticilerin temel dinamiği bu çıkar olgusu olmuştur, bunun için zorbalıksa zorbalık hileyse hile kullanmakta tereddüt etmemişlerdir. Cioran’ın deyişiyle tarih: birtakım atlıların (ya da zırhlıların) halklarını çiğneyerek ilerlemesinden ibaret.

Devletin getirdiği tahakkümü zorbalığı insan da aramak gerekirden kasıt olarak bunu kastediyordum. Bencil olan insanın örgütlenmesinin sonucu olan kurum da ancak bu kadar olur, basitçe anlatmak gerekirse. Bu sadece devlette de değil insanın oluşturduğu ve oluşturabileceği tüm örgütlenmelerde de geçerlidir.

ŞİNASİ TÜRMÜŞ

Reklamlar

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: