Adının Güleç Osman olduğunu hapisten çıktıktan sonra çatısına zarar verdiği apartmanın sakinlerinden öğrenmiştim. Koğuşa gelip, içeri girdiği zaman yüzündeki gülümseme kendisini ne kadar belli etse de böyle bir lakabının olacağını kestirememiştim.
Ancak mahpusa girerken sırıtanı da ilk defa görüyordum. Bu şekilde kendini ele veriyordu. Suçu haneye tecavüzmüş ama sırıtan suratı “Tacizci değilim, deliyim.” diyordu açıkça.
İçeri girdiğinde kimseye selam bile vermedi. Sırıta sırıta içeri daldı. Normalde içeri gelene hoş geldin hediyesi olarak rayban (güneş gözlüğü) yerleştirilir. Hele ki içeri ilk girişiyse… Beraberinde burnunun ve kafasının pekmezi akıtılır. Günlerce hatta haftalarca gözlerine yerleştirilen mor renkli raybanla dolaşır içeri ilk gelen…
Güleç Osman, etrafı çok şaşırtmıştı. Böyle belalı, cinayet ve gasptan hapiste yatan insanları bu kadar yumuşatabildi ya, helal olsun dedim ona. İçeri girmesiyle atmosferdeki değişim fark edilebiliyordu ama çok büyük bir hata yaptı. Onca boş yatak varken direk koğuş ağasının yatağına meyletti.Sanırım etrafını çevreleyen battaniyeler onun ilgisini çekmişti ve direkt ense kökünde ağanın tokadı şakladı.
-Anladık delisin, malsın da onca yatak dururken bunu mu seçtin? Bas git. Zaten dayaktan da yırttın bu meczupluğunla. Almayayım seni şimdi ayağımın altına veya dur sen temiz bir dayağı hak ediyorsun.
-Abi burası güzelmiş. Böyle battaniyeli filan… Önümüz kış hem güzel olur. Hatta diğer yatakların çevresine de dönelim böyle.
Hüseyin Ağa, cevap bile vermedi. Sadece ters ters baktı. Ağa ters ters bakarken yancıları Osman’ı kolundan sertçe çektiler.
-Bas hadi bass. Git başka yer bul kendine!
Osman, cevap verdi:
-Olmaz, ben burayı istiyorum.
-Sen gel bakalım buraya!
Osman’a raybanları takacaklar diye düşünürken bu sefer durum tersine gelişti. Deli kuvveti dedikleri bu olsa gerek. Güleç Osman, tek başına altı kişiyi birden arka arkaya yere çaldı. Hem de hiç yumruk ve tekmelerini kullanmadan. Sadece tutup fırlattı. Ardından altı kişi teker teker yataklarının altına sakladıkları şişlerini aldılar ama nafile… Osman, hepsini yere savurdu.
Osman, farkında olmadan hem kendisine hem de tüm koğuşa bir iyilik yapmıştı. Bizim koğuşta ağalık düzenini bitirmişti. Koğuşta, o günden sonra Hüseyin Ağa’nın hiçbir hükmü kalmamıştı. Hem de Osman onu bilerek yıkmadığı hâlde.
Hüseyin Ağa, bunu kendine yediremeyince koğuştan birini bıçakladı. Bu sefer maşalarını kullanmadı, kendisi yaptı. Maksat kendisini hücreye sürdürtme çabasıydı. Sıradan bir mahkûm olarak koğuşta kalmaktansa günlerce hücrede kalmak onun için daha iyiydi besbelli. Ardından torpille bir şekilde kendini başka bir cezaevine sürdürttü.
Daha sonra Osman’dan suçunun ne olduğunu öğrenmek istesem de tam olarak öğrenemedim. İçeri girme sebebi haneye tecavüzdü. Kendisi gelmeden haberini almıştık ama kendisine çekine çekine de nedenini sorduğumda hiçbir şekilde tam cevap alamadım. Tanıdığım Osman’la haneye tecavüz suçunu hiç örtüştüremiyordum. O kadar iyi kalpli o kadar naif bir insandı ki Osman. Koğuş için çıkan akşam yemeğinde kendisine verilen ekmeğini dahi yemez, pantolonunun arasına saklar, ertesi gün avluda kuşlara atardı. Sorduğum zamansa kuşlarının her gün onu beklediklerini ve onların da can taşıdıklarını söylerdi. Bir süre sonra kumrular da alışmıştı Osman’a. Yanlarına yaklaştığım zaman benden ve herkesten kaçardı kumrular ama Osman’ın elinden ekmek yemeye alışkınlardı. Elinden ekmek yemekle kalmaz omzuna ve başına tünerlerdi Osman’ın. Bu özelliğiyle gerçekten koğuştaki herkesi hayrete düşürmüştü Osman. Hele ki o güçlü kolları ile tüm koğuşu dize getirip, ağa olabilecek gücü varken, o sevgi paylaşmayı, dostluğu seçiyordu.
Neden ve nasıl içeri girdiğini, içeri alınma sebebi olan “haneye tecavüz” konusunun aslında ne olduğunu ona sorduğum zaman bozuk, eğri duran bir çatıyı onarmak istediğini söyledi. Konuyu hiç mi hiç anlayamadım. Kim, neden birisini eğri duran çatıyı onardı diye haneye tecavüzden içeri alır ki? Hadi biz zamanında bir cahilliktir yaptık. Kovaladık bir şeyler. Birilerini çizdik veya öldürdük ama bu adam, şeker gibi melek gibi bir adamdı. Koğuşun avlusunda güvercinleri besleyip, attığı ekmeklerin üzerine basmamak için avluda zikzak çizerek yürüyen, yemeğinin yarısını yanındaki arkadaşıyla bölüşen bir adamdı. Migreni tuttuğu zaman, Doğuş için herkesten önce koşmuş ve gerekli işlemlerin yapılması için gardiyanın yakasına yapışmıştı. Dişim zonkladığında kimse beni ciddiye almamıştı Osman’dan gayri. Yakasına yapışarak da olsa gardiyanı zorlayarak beni revire aldırtmıştı. Hatta doktor benimle ilgilenmediği için zorlayarak da olsa beni gardiyanların nezaretinden devlet diş hastanesine sevk ettirmişti. Doktorun inisiyatifine kalsa, bana ağrı kesici yazarak başından savuşturacaktı ama Osman, doktorun gırtlağına yapışarak dişimdeki esas sorunu buldurtmuştu, bunun için kendisi günlerce sürecek koğuş cezası almıştı.
Bu kadar insancıl, böylesine sevgi dolu bir insan nasıl olur da haneye tecavüz eder? Senelerce hiç mi hiç aklım almadı. Sordum ve üsteledim. Her defasında da “eğri duran bir çatı” diyip durdu ama yok yani, imkânsız! Böyle bir insan haneye tecavüz etmez. Bu işin içinde başka bir iş vardı bence…
Hapisten çıktığım gibi bunun bahsettiği sokağa, çatısına çekiçle vurarak kendisini hapse düşürten apartmana gittim. Meğerse bizimkisi sıradan bir pazar gününde almış eline çekici, yamuk gördüğü çatıyı düzeltmeye koyulmuş. Kendi başına hem de. Tabii bu profesyonel çatı ustası değil, inşaat ustası değil, bir şey değil. Hepsinden de önemlisi apartman sakinlerinin tanıdığı ve çağırdığı bir usta değil. Kimse de bunu tanımıyor. Ne olacak peki?
Milletin kafasına oluk oluk çamurlar, sıvalar akmış da akmış. Apartman sakini de korkmuş herhâlde, gerek cüssesinden, gerek de yaptığı bu cesur davranıştan. Osman’a da “gık” diyememişler. Polisi aramışlar direkt.
Konuştum ahaliyle, “Ben, iki sene bu adamla aynı koğuşta yattım. Bu adam böyle bir adam değil.” Dedi ama dinletemedim hiçbirine. Bir tutturmuşlar haneye tecavüz de tecavüz. Hayır, neymiş efendim insanlar evlerinde uyurken, hem de bir pazar günü eline çekici almış da milleti rahatsız etmiş, çatıya vurmaya başlamış.
Bu adam kasıtlı olarak hiçbir kötülük yapmaz, yapamaz. Buna eminim. Apartman sakinleriyle teker teker konuşmaya devam ettiğimde hikâyenin devamını öğrendim. Bakımsız ve eğri duran çatı sürekli sızdırıyormuş zaten. Bir Pazar günü apartman ahali evlerinde keyifle otururken çatıdan dökülen sıvalar suratlarına akmaya başlamış. Çoğu zaman bir sızdırma ile karşılaştıkları için ilk başta önemsememişler. Ama bu seferki başkaymış. Çok daha şiddetli akıyormuş bu sefer. Çatıdan oluk oluk akan pislikler tüm sokağa ve apartmanın dış cephesine yayılmış. Sonra da çatıya baktıklarında bizim delibozuğu görmüşler. Haneye tecavüz konusu bundan ibaret aslında…
Bence, bizimkisi yıkmaya değil yapmaya çalışıyordu. Sorunu anladım sonunda. Ama bir çözümü yoktu. Yazık oldu dağ gibi adama. Yazık oldu o koca gönüle. Hayatının bağrından iki sene koptu gitti garibin.
Not:Onat Kutlar’a ait İshak öykü kitabı içerisindeki “Çatı” isimli öykünün kendi uslubumca devamıdır.