Merhaba Aylin, ben geldim…
Ihıııı! Öhöööö!
Sen şimdi diyorsundur içinden, bu kadın otuz yıl sonra niye geldi ki, diye. İnan nedeni ben de bilmiyorum. Bu sabah güne seninle uyandım. Olanları üzerimden atamadım, bu kez kovamadım aklımdaki seni. Hayatım senden önce, senden sonra diye iki bölüme ayrılıyor. Senden sonrasında da hep sen vardın benimle. Sen gittin güya, ama bir de bana sor. İnsan gittiğinde gerçekten gidebiliyor mu Aylin? Peki, ardında bıraktıkları, o hiç olmamış, hiç doğmamış, hiç yaşamamış, hiç var olmamış gibi yaşayabiliyorlar mıydı hayatlarını? Şimdi neden geldim, niye senin yanındayım, ne diyecek, ne anlatacağım, hadi anlattım diyelim nasıl anlatacağım, hiçbir fikrim yok.
Şaşırdın değil mi beni görünce, beni beklemiyordun. Hiç gelmeyeceğini düşündüğün tek kişi benimdir sanırım. Coşkun seni ziyarete geliyor mu, bilmiyorum, bunu ona hiç sormuyorum. Senden hiç bahsetmiyoruz. Sanki sen hiç var olmadın, yoktun. Öyle gölge gibi hayaletin hep aramızda oldu, buna da alıştık. Otuz yıl, dile kolay. Neler geldi, geçti, gitti ömürden. Bir ömre neler sığmıyor ki Aylin! Belki de seni anlıyorumdur artık, kim bilir? Seni de dinlemek isterim Aylin, keşke konuşsan, susmasan. Şimdi düşünüyorum da, aynı şey benim başıma gelseydi, yani ben sen olsaydım, affedebilir miydim kendimi diye. Sen hiç affedemedin, sıkıştın hepimizin arasında da ondan gittin. Artık bunu anlayabiliyorum. Kendini artık suçlama Aylin. Senin suçun değildi, benim suçum değildi. Coşkun’un suçu değildi. Hele, hele Yadigar’ın suçu hiç değildi. Hatta aramızda en masum olandı Yadigar. Ne yapalım Aylin, kadere iman etmişiz. Yazgımızda bu da varmış, onun da kaderi böyleymiş diye teselli ediyorum kendimi. Gerçi bu iman sözü, tamamen iman etmekten öte bir kelime sanki. Yoksa yaşananlarda hepimiz böyle peri perişan olmaz, dağılmazdık, savrulmazdık oradan oraya. İman ediyoruz diyoruz ama olanları kabul etmiyoruz. İnsanız işte, ne yapalım, duygularımız el vermiyor tam teslimiyete.
Biz Coşkun’la birlikte büyüdük sayılır. Ortaokula geçmiştik ki, onlar İstanbul’a taşındılar. Kayınpeder bankacıydı, tayinini istemiş dedilerdi. Babam beni artık okula yollamadı. O zaman kızları okutmuyorlardı. İlkokulu okumuşsan, şanslısın. Ben de o şanslı sayılan, şanslısın diye kandırılan gruptanım. Okul bitti, yıllarca biçki, dikiş, nakış kursuna gittim. Köyümüz çok güzeldi Aylin. Bağı, bahçesi, ormanı, hayvanı ve insanıyla çok güzeldi. Bütün köyün kızları kurstayız, yol kenarındaki köyün içinde küçücük bir bina kurs merkezi. Köyden inip, daha merkezi olan bir köye gitmek bizim için büyük lütuftu. Sanırsın Paris’e gidiyoruz. Gerçi o zaman Paris’i kim biliyor. Dünyamız o kadardı işte ama o kurs binası bizim için adeta tüm dünyaydı. Köyün işi çok, hiç bitmez. Kadını, adamı, çocuğu, genci, herkes çalışır. Akşam oldu mu, ellerimizde kasnaklar otururduk televizyonun başına. Gerçi televizyon da yeni gelmişti. Bütün kızlar filmleri gördükçe, şehirden, gurbetten gelenlerin giyimlerini, ekonomik rahatlıklarını gördükçe özenirdik. Her genç kızın gönlünde yatıyordu, şehre veya bir başka ülkeye gelin gitmek. Her genç kızın hayaliydi, beyaz gelinliği giymek. Başka bir şey bilmiyorduk Aylin, insan bilmediği bir şeyi hayalde edemiyor. Hatta bilmediğini de bilmiyor. On yedi yaşındaydım beni istemeye geldiklerinde. Basri amca; ‘’Allah’ın emri, peygamberin kavliyle, kızınız Nagehan’ı, oğlumuz Coşkun’a istiyoruz’’ demişti. Kapının ardından baktım, uzun boylu, gür saçlı, iri gözlü bir delikanlı. Çok yakışıklıydı, sevindim. Hem büyük şehre gelin gidecektim, hem de yakışıklı biriyle evlenecektim. O yaşlarda insan anlamıyor, gerçekten nelerin önemli olduğunu. Mobilyalı bir evim olacaktı. Pazara, bakkala gidecektim, elektrikli süpürgem olacaktı. Tel süpürgeden, ahırdan, bahçe işlerinden kurtulacaktım. Mobilyalı evimin kadını olacaktım. On sekizimde gelin oldum ben Aylin. Gözümü açmadan Coşkun’u gördüm. Ne kadar hayatım vardı ki, ne kadar, ne bilecektim.
Evlendik. Cahilce genç kızlık hayalleriydi benimkisi. Evliliği çok farklı bir şey sanıyor insan. Kendi hayatın, kendi dünyan… Hiçte öyle olmuyor Aylin. Kayınvalide, kayınpeder, görümceler, kayınlar, eltiler, onların çocukları, kendi çocuklarım, telaşım çok. Bizim evimiz ayrıydı ama karşılıklı binalarda yaşıyorduk. Kendi evimin işini bitirir, doğru ikinci evime giderdim. Ne temizliğim, ne çamaşırım, ne de ütüm biterdi. Birinci, ikinci, üçüncü derken, dördüncü çocuğum da oldu. Elimde çocuklar, sanırsın ben iki evin hizmetçisi. İki oğlum, iki kızımı büyütüyorum. Köyün işinden kurtuldum ama burası da aynı. Sadece yaptığın işlerin adı değişiyor. Orada hayvanlara, bahçeye hizmet ederken, burada mobilyalara hizmet ediyordum. Çok heves ettiğim mobilyaların, maaşsız işçisi oluvermiştim. Gerçi eltimde vardı, o da benimle aynı kaderi yaşıyordu, her gün aynı şeyleri yapar dururduk beraber. O zaman diğer kayınım henüz çocuktu. Şimdiki gelinlerde öyle bir şey yok. Şimdikiler kendi evinin hakimi, hizmetçisi değil. Ne gelen, giden biter, ne temizliği, yemeği. Helal olsun, şikayet edecek değilim. O zamanki devir öyleydi, büyüklere hizmet edilirdi. Kayınvalidem kraliçeler gibi yaşardı. Ben de sanırdım, biz de kaynana olunca böyle tahtımıza kurulacağız. Nerede be Aylin o günler, benim gelinler misafir gibi gelip, gidiyor. Çayını, kahvesini, yemeğini ben hazırlıyorum. Canları sağ olsun, iyi olsunlar da ben hiçbir şey istemem. Neyse Aylin, başını ağrıtmayayım bunlarla. Zaten sen de gördün, biliyorsun. Gerçi Coşkun’la da konuşmuşsunuzdur.
Sonra sen geldin… Benim ilk gençlik yıllarım, taze gelinliğim çoktan buhar olup uçmuştu. Çocukları büyütüyorum, başka dünyam yok. Sen geldin hayatımıza. Coşkun seni öve, öve bitiremiyor. ‘’Nagehan, şu bizim sekreter kız var ya hani Aylin, şöyle çalışkan, böyle becerikli, şöyle akıllı, böyle zeki, işi hemen kapıyor, nereye gitsem gözüm arkamda kalmıyor, öyle güvenilir…’’ falan da, filan da. Aylin aşağı, Aylin yukarı… ‘’Genç tabi, çabuk öğreniyor her şeyi. Babası yeni ölmüş garibin. Bir anası var, bir de kendi. Anası eski insan, ne bilir çalışmayı. Aylin’in omuzlarına yüklenmiş evin sorumluluğu. Sanırsın evin babası ve oğlu. Değme erkek yapamaz onun yaptıklarını…’’ Bu böyle sürdü, gitti, neredeyse iki yıl. Sonra bir gün dedi ki, ‘’Nagehan, bugün Aylin’le konuşuyorduk, konu yemeklerden açıldı, mantıya geldi. Dedim, yengen bir mantı yapar, parmaklarını yersin. Aylin’de mantıyı çok severmiş. Gariban kız, bir akşam mantı yapsan da diyorum, Aylin’de gelse, beraber yesek, ne dersin?’’ Olur dedim tabi. Benim kafa köy kafası, benim için herkes iyi, herkes zararsız. Kalbimde kötülük yok ki, cahilim, her şeye köy kafasıyla bakıyorum. Sen geldin Aylin. Ellerine sağlık yenge, çok güzel olmuş yenge, çok teşekkür ederim yenge… Hatırlarsan, artık mantıyı sensiz yiyemez olmuştuk. Ne zaman mantı yapsam seni de davet ederdim. Sonra işler büyüdü tabi. Ben yıllarca hep aynı insanları görüp, aynı insanlarla, aynı muhabbetleri yaparken… Sen bana çok değişik gelmiştin. Giyimin, konuşman, makyajın, neşen, güler yüzün, kahkahan, gençliğin, bana iyi gelmişti. Hayatımda bir değişiklik, bir renktin. Bana iyi gelmiştin Aylin. Bir de, biz yetime, öksüze, merhamet eder, sahiplenmeye çalışırdık. Senin babasızlığın, benim içimi deşerdi. Sanki ben mantı yapıp, seninle yersek, baban geri gelecekmiş gibi. Öyle ilahi bir şey olup, çıkıvermişti mantı. Sonra börek yaptım, gel Aylin. Sonra yaprak sarma yaptım, gel Aylin. Kek yaptım, börek yaptım, hamsi var, gel Aylin. Derken sen de evimizin kızı olup çıktın benim gözümde ve gönlümde. İki yıl mı sürdü bize gelişlerin Aylin? Sonra sen gelmemeye başladın. ‘’Akşama mantı yapacağım Coşkun, Aylin’i de al gel.’’ Aylin yok. ‘’Akşama yaprak sarma yapacağım Coşkun, Aylin’i de al gel.’’ Aylin yok. Sonra, sonra Coşkun’da yok oldu. Var ama yoktu. O enerjik coşkun gitmiş, yerine bir başka adam gelmişti sanki. ‘’Neyin var Coşkun?’’ ‘’Ne olsun Nagehan, işler çok kötü, moralim bozuk, ödemeleri nasıl yapacağımı şaşırıyorum, batıyoruz Nagehan…’’ ‘’Aylin niye gelmiyor Coşkun, işten mi çıktı yoksa?’’ ‘’Ben nerden bileyim Nagehan, Aylin’i düşünecek halim mi var benim, işimin, gücümün derdine düşmüşüm.’’ Benim, evimin kızı gibi bildiğim, çocuklarımın abla diye bildiği sen, bize iyi geliyordun. Sonra gelmez oldun. Arada düşünsem de, telaşım çok o zaman, dağılıp gidiyordu aklımdaki senin düşünceleri. İnsanın içine sızıveriyor hüznün yelkenleri. Rüzgar, hüznü alıp, yüreğine taşıyor da, insan anlamlandıramıyor. Bir tuhaflık var, seziyorsun da, adlandıramıyorsun. İşler kötüye gittikçe, gitti, sonunda iflas ettik. Koskoca araba galerisi, battı, gitti biliyorsun Aylin. Sonra sen de gittin…
Ben seni tanıdığımda daha on sekizindeydin. Ama iki yıldır bizim galeride çalışıyordun. Çocuktun zar, gözünü bizim galeride açmıştın. ‘’Fırsat verilse, okuyabilse, bu kız çok iyi okullarda okurdu Nagehan. Ama olsun, kader herkese gülmüyor işte. Ben eminim, gelecekte çok başarılı olacak, çok iyi yerlere gelecek.’’ Derdi senin için Coşkun. Hepi, topu, beş sene! Beş sene sonra, seninle birlikte, galeri de gitti, yok oldu. Artık senden hiç bahsetmiyorduk. Ne zaman senin konunu açsam, Coşkun lafı ağzıma tıkayıveriyordu. Daha sonra, işten ayrıldı dedi. ‘’İşler kötü hanım, ne yapsın kızcağız, başka iş buldu da gitti’’ demişti. Arada eve hiç gelmez oldu. Bizim oralarda, erkeğe hesap sorulmaz. ‘’Dün gece neredeydin Coşkun?’’ ‘’Sana hesap mı vereceğim Nagehan? Sen işine bak, çocuklara bak.’’ ‘’Merak ettim seni Coşkun, sabahı zor ettim. Başına bir şey mi geldi diye çok korktum.’’ ‘’Bana bir şey olmaz Nagehan, merak etme, gelmemişsem, yat, uyu.’’ Zaten adam burnundan soluyor, her şey alt, üst olmuş. Fazla üzerine gidemedim tabi. ‘’Eve gelmek istemedim, arabada uyudum Nagehan. Cebimde para yok, çocukların yüzüne bakınca kötü oluyorum, bir arkadaşımda kaldım Nagehan. İki bira aldım, çektim arabayı sahile, borçların üstesinden nasıl geleceğim diye düşündüm, denize baka, baka sabah olmuş Nagehan.’’ Böyle, böyle derken günler geldi, geçti, gitti. Allah’tan kayınpederimin hali, vakti yerindeydi de, elimizden tuttu çok şükür. Çocuklarım aç, perişan kalmadı çok şükür. Fakat Coşkun dağıldı da, dağıldı, toplayamıyorum. Toplamama izin de vermiyor.
Bir sabah uyandım, içim nasıl yanıyor Aylin, anlatamam. İçime bir ateş düştü, yanıyor, kavruluyorum. Köyde olsam kendimi dağlara vururdum, öyle, böyle bir ateş değil. Şehirde nereye gideceksin kadın başına. Elim hiçbir işe gitmiyor. Yatakları bile toplamadım o gün, toplayamadım. Hayrola inşallah dedim, soluğu komşumda aldım. Yok, yere, göğe sığamıyorum. ‘’Kız Gülsüm, içimde bir sıkıntı var bugün. Bizim Coşkun bu aralar kendinden bihaber, korkuyorum başına bir şey gelmiş olmasın. Dün gece yine gelmedi eve.’’ Gülsüm beni teselli etmeye çalışıyor ama nafile. O zamanlar telefon falan yok, var da sabit bir yerde değilsen beklemekten başka yapacak bir şey yok. Akşamı zor ettim. Coşkun üç gün eve gelmedi. Geldi sonra, hali peri perişan. Sanırsın üzerinden kamyon geçmiş. ‘’Ne oldu, neyin var Coşkun, halin hal değil. ‘’Yok bir şey, üzerime gelme Nagehan.’’ İçkiyi de çoğalttı o aralar. Ne desem, ne söylesem kabahat, burnundan soluyor, saracak yer arıyor. Evde gezinen, ayaklı bir fırtına, bir tufan, bir karayel Coşkun…
Bir gece sabaha karşı geldi eve, içmiş, kör, kütük sarhoş. Gözünün önünü görmüyor. Canlı dinamit, patlamaya hazır. ‘’Sana bir kahve yapayım, bu ne hal Coşkun, içme şu zıkkımı diyorum sana. Dünya da bir sen mi iflas ettin, rızkın sahibi Allah. Bir yol bulunur elbet, bizi yaratan, bizi aç koyacak değil ya. Hem içince düzeliyor mu her şey?’’ dedim, gidip bir kahve yaptım, salona geldim. ‘’İç şunu da, sonra yatalım.’’ Dedim. Oturduğu yerden ayağa kalktı ama ayakta zor duruyor. Yıkıldı, yıkılacak, bir yaprak gibi sallanıyor. Yürümeye çalıştı, banyoya gitmek istedi ama yetişemedi. Kustu halının üzerine. Sonra attı kendini koltuğa. İç şunu dedim, zorla kahveyi içirdim. Kalktım, banyoya doğru yöneldim, halıyı sileyim diye. Bir yandan da homurdanıyorum. ‘’Gel Nagehan, sana bir şey söyleyeceğim.’’ Dedi. ‘’Dur bir halıyı sileyim, sen de uyu, kendinde değilsin, sabah konuşuruz.’’ Dedim. Koridora gelmiştim ki, arkamdan Coşkun’un sesini duydum. ‘’Boşanmak istiyorum Nagehan. Aylin’le benim bir kızımız var, adı Yadigar.’’ Dedi. Dünyam başıma yıkıldı. Elim, ayağım boşaldı, ha yıkıldım, ha yıkılacağım, kendimi koltuğa zor attım. Bütün bedenimden ter boşaldığını, ellerimin, dişlerimin zangır, zangır titrediğini hatırlıyorum. Bütün bedenim uyuştu, konuşmak, bir şeyler söylemek istiyorum, dilim, dudağım uyuşuk, kıpırdamıyorlar. Bağırmak istiyorum, beynim bom, boş, adeta bir davulun içi gibi. Coşkun bir şeyler söylüyor, kıpırdayan dudaklarını görüyorum, sesi kafamın içinde uğulduyor, ne dediğini duymuyorum. Sonrasını hatırlamıyorum. Bağırmışım, önce çocuklar, sonra komşular kalkıp gelmiş. Coşkun benim halimi görünce sarhoşluğundan ayılmış. Dudaklarım morarmış, gözbebeklerim yerinden fırlamış, öyle diyorlar. Sıtmalılar gibi zangır, zangır titriyormuşum.
Gözlerimi açtığımda, bir hastanenin odasındaydım. Burnuma içkiyle karışık kusmuk kokusu geldi. Aylarca, yıllarca o koku burnumdan gitmedi Aylin. Nereye gitsem, her şey kusmuk kokuyordu. Yemeden, içmeden kesildim. Evin, çocukların düzeni artık yoktu. Hiçbir şey yapamıyordum. Öğüre, öğüre banyoya koşuyor ama kusamıyordum. Kusmuk kokusu sinmişti tüm bedenime, burnuma. Her gün üç, dört kez yıkanıyordum ama hala kokuyordum. Yemek pişiremiyordum, kavurduğum soğan kusmuk kokuyordu. Kayınvalidem, eltim, komşular yemek yapıp getiriyorlardı. Ben yemeğin kokusunu duyunca öğürmeye başlıyordum. İçim, dışıma çıkıyordu sanki. Baktılar olmuyor, çocukları yanlarına alıyor, kendi evlerinde doyuruyorlardı. O günden sonra Coşkun eve, köye gelmez oldu. Herkes doktora gidelim diyor ama ben istemiyorum. Aylarca böyle yaşadım. Çocuklar yanıma geliyor, beni öpüp, öpüp gidiyorlar. Üzülüyorlar ama bir şey diyemiyorlar. Onları öyle görünce bana bir ağlama krizi geliyor, durduramıyorum gözyaşlarımı. Bir pınar gibi, sanki çocukların beni öpmesini bekliyormuş gibi, dökülüveriyordu gözlerimden aşağı. Tam üç ay böyle geçti. Çocuklara babaannesi, eltim ve komşularım baktı. Benim gözümün feri sönmüş, gözlerim, gönlüm çocukları bile görmüyor. Ötesini artık sen düşün. Tek yaptığım seni suçlamak. Her şey senin yüzünden olmuştu. Tüm bu olanların tek sorumlusu sendin. Bir kadın, nasıl olurda hem cinsine düşman olurdu? İşte bunu anlayamıyordum. Tamam, gençtin, güzeldin ama ben de yaşlı değildim, çirkin hiç değildim. Coşkun sende ne bulmuştu? Neden seni bana, bize tercih etmişti? Bitmeyen deli sorularla boğuluyordum. Bir türlü kendimi bir şeye ikna edemiyor, bir şeye tutunamıyordum.
Sağ olsun, Gülsüm beni hiç yalnız bırakmadı. Evin anahtarından bir tane çektirmiş, her gün defalarca yanıma gelip gidiyordu. Bense kendimi cezalandırmakla, kendime acımakla meşguldüm. Ben kendimden, her şeyden vazgeçmiştim ama o benden vazgeçmedi. Sonunda beni ikna etti, bir psikiyatra götürdü. Anlattım, bana bir ilaç yazdı. Beynim dinlenmeye başladı, bomboş oldu. Hiçbir şey düşünemez oldum. Öyle işte, günden, güne toparladım. Kendimi dağa, taşa, denize vurup, avazım çıktığınca bağırmak istiyordum. Senin yüzünden!
Bir komşumuzun kızı, avukatın yanında çalışıyordu. Bir akşam onun yanına gittim. Durumu anlattım, öğrenmek istediğim şey, Coşkun beni, benim haberim olmadan boşayabilir miydi? O da bana boşanma koşullarını anlattı, neyse ki rahatladım.
Coşkun, arada eve uğruyor, çocuklarla biraz vakit geçiriyor, sonra gidiyordu. Ben her seferinde daha da göçüyordum. Gülsüm bana çok kızıyordu. ‘’Dik dur, yenilme, sen güçlü kadınsın.’’ Diyordu. ‘’Salma, bırakma kendini Nagehan. Hepimiz insanız, kimin ne olacağı, başına ne geleceği belli değil şu hayatta. Hem sanıyor musun ki bu yalnız senin başına. Kim bilir, nerelerde neler oluyor, bundan bihaberiz. Hastanede yatanları düşün, ölümle burun buruna gelenleri düşün, açlıkla, sefaletle boğuşanları düşün. Tek senin mi derdin var sanıyorsun? Olan olmuş, değiştiremezsin. Yeter ki sen ayağa kalk. Bir daha Coşkun gelince dağılma, bırakma kendini. Karşısında zayıf, yenilmiş değil, güçlü ve dimdik duran bir kadın görsün. Pes etme, zamana bırak, hayata bırak, her şey yoluna girer. Şerrin hayrı sonradan görünüyor, biliyorsun. Sen yeter ki sabret. Çoluk, çocuğun sağ, sen sağsın, Coşkun sağ çok şükür. Cana gelmemiş çok şükür. Her şey biz insanlar için. Bunun da vardır bir hikmeti.’’ Der, bana sürekli destek olur, telkin ederdi, teselli ederdi.
Bilmem ki Aylin, biz insanlar acaba acıya tutunmayı seviyor muyuz? Kırgınlıklarımıza, hayal kırıklıklarımıza, çaresiz ve yalnız kaldığımız durumlara sıkı, sıkıya sarılıyor muyuz? Ben ölen evliliğimizin yasını tutuyordum. Bizim oralarda boşanma diye bir şey yok. Bu yaşıma geldim, çevremde boşanan tek aile tanımıyorum. Hatta boşanma kelimesini dahi, Coşkun bana söylediğinde duydum. Dünya yıkılsa aklıma gelmezdi. Biz evlenince bir ömür boyu diye yola çıkıyoruz. Ama hayat işte, ne desek boş… Olmaz dediğin oluyor, olur dediğin olmayıveriyor.
Ben toparlandım tabi fakat seni suçlamaktan vazgeçmedim. Sen benim düşmanımdın. Bir daha, uzun yıllar mantı, yaprak sarması yapamaz oldum. Bir yerde denk gelsem de yiyemedim. Sana güvenmiş, inanmış, kızım gibi, arkadaş gibi bellemiş evime almıştım. En çokta o koyuyor. Hiç tanımadığım biri olsaydı, daha farklı olurdu. İnsan tanıyıp, bilince, yarası da, ateşi de daha büyük oluyor. Öyle, böyle derken geçti zaman. Bir yerden sonra insan olanları kabul ediyor. İsyan, itiraz, sitem bitiyor, kabul ediyorsun. Tek geçmeyen kırgınlık oluyor.
Bir gün Coşkun elinde bir kız çocuğuyla çıkageldi. Dört çocuğum vardı, beş oldu. ‘’Aylin’in bize emanetidir Yadigar. Onu diğer çocuklarımızdan ayırmadan bakmanı istiyorum.’’ Dedi ve banyoya gitti. Boğazı kesilen öküzler gibi, içerden bir böğürtü geldi. İşte o zaman anladım senin gittiğini. Coşkun uzun zaman kendine gelemedi. Bazı geceler banyoya gidip gizli, gizli ağladığını duyuyordum. Güya gizliden ağlıyordu. Aslında buna ağlama denemez, resmen böğürüyordu. O öyle ağladıkça ben daha çok kahroluyor, iyice sana karşı bileniyordum. Coşkun mu? Onu sorma, ondan nefret ediyordum.
Yine Gülsüm vardı yanımda. Allah ondan razı olsun, ben çok razıyım. Ben bütün gün seni görüyorum Yadigar’da, ne yapacağımı şaşırmış vaziyetteyim. Coşkun’u affedemiyorum, ne hali varsa görsün, yeni mi geldik aklına diyorum. Gülsüm benim ücretsiz psikoloğum. ‘’Yapma Nagehan, bu çocuk sabidir. Allah’ın sana emanetidir. Ne yapacaksın garibi, kapıya mı koyacaksın? Eğer ona üvey anne olursan, ben seni hiç affetmem, Allah’ta affetmez. Her şeyi içine gömeceksin ve güçlü olacaksın. Coşkun zaten dağılmış, sen dimdik duracaksın. Eğer sen de kendini bırakırsan, daha sittim sene hiç biriniz doğrulamazsınız. Olan, biten her şeyi yüreğine gömeceksin. Güçlü olacak ve bu aileyi toparlayacaksın. İki oğlun, iki kızın vardı, bir kızın daha oldu. Bu sabi sana emanettir, ona iyi bakacaksın. Onu, diğer evlatlarından ayırmayacaksın. Hiçbir acı sonsuza kadar sürmez, Coşkun’da iyileşir, her şey yoluna girer. Sen yeter ki sabret ve güçlü ol.’’Sürekli böyle söylemlerle Gülsüm beni ayakta tutmak için çok gayret etti sağ olsun. Sahiden de onun dediği gibi oldu, her şey yoluna girdi. Aslında benim yaşadıklarımı bir başkası yaşamış olsaydı eğer, ben de aynı Gülsüm gibi konuşurdum. Ama insan kendi başına gelince öyle bakamıyor be Aylin. Coşkun kendini işe verdi, gece, gündüz demedi çok çalıştı. Seni mi unutmak istiyordu, yoksa tüm geçmişi mi, bilmiyorum. Gerçi unutmak istese, unutmak istesek ne olacak. Senden bir parça, her gün gözümüzün önünde ve bizimleydi.
Ben çok cahildim Aylin. O kadar bencil olmuştum ki, ne Coşkun’u, ne çocuklarımı, ne seni, ne de sizin çocuğunuzu düşünmemiştim. Varsa, yoksa benim hayal kırıklığım, çaresizliğim vardı. Sanki bu olanlar, sadece bana mahsustu. Tek mağdur olan bendim. O zaman öyle geliyordu işte.
Şimdi anlıyorum, neden senin yanına geldiğimi. Ben artık seni affetmek istiyorum Aylin. Meğer seni affetmeye gelmişim. Coşkun’la koynumuzda, aramızda yatan, Yadigar’la aramızda duvar olan hayaletinden kurtulmak istiyorum artık. Kadın olmak zor iş, bilirim. Kim bilir sen neler yaşadın. Ben bunları meğer hiç düşünmemişim Aylin. Belki Coşkun’da, kaybettiğin babanı buldun. Belki babanın boşluğunu tamamladı, sen de ona çekiliverdin. Kim bilir annen sana ne eziyetler etti, evli bir adamla birliktesin diye. Toplum baskısı, anne baskısı, benim ve çocuklarımın üzerinde oluşturduğu yük. Nikahsız ve ikinci kadın olmak, nasıl canını yaktı kim bilir. Bunları şimdi düşünüyorum. Oysa bu güne kadar, hiç senin tarafından bakmamıştım. Hep kendi mağduriyetim, haklılığım ve kendi acım vardı içimde. Senin de mağdur olduğunu, acı çekmiş olabileceğini hiç düşünmedim. Sanki ben insanım da, sen taştan yaratıldın. Haksızlık etmişim hepimize. Bizim evliliğimize büyüklerimiz karar verdi, evlendik. Demek Coşkun’da seni sevdi. İşte benim kabul edemediğim de aslında buydu. Onun bir başka kadını sevmiş olması. Gönül işte, evlilik cüzdanını dinlemiyor. O resmi bir kontrat, insansa koca bir alem, içinde her şeyi barındıran. Şimdi anlıyorum, senin birçok yükün altında benden daha çok ezildiğini. Şimdi anlıyorum, senin benden daha çok acı çektiğini. Oysa ben sizin mutlu, mesut, hiçbir şeyi umursamadan, güllük, gülistanlık yaşadığınızı düşünmüştüm o zamanlar. Kim bilir, ne kadar da yanıldım. Demek sen o yüzden gittin. Bir yere sığamadın, bir yere ait olamadın. Böylece gitmeyi seçtin. Kızın bana emanet, ona kendi çocuklarım gibi baktım. Hem, Yadigar hayatımıza girdikten sonra biz çok zengin olduk Aylin. Bilmem, o sabinin hatırına mı Allah rızkımızı, bereketimizi artırdı? Beş çocuğumuzun beşine de ev aldık. Çeşme’de kocaman bir yazlığımız var. Çoluk, çocuk, torun, torba geldiğinde herkes ferahça sığsın diye, çok büyük bir yazlık aldık. Her yaz orada toplanıyoruz. Hepsi iznini ayarlıyor, ortak zamanda geliyorlar. Birde İzmit tarafında bir yazlığımız var. Kışın olan tatillerde, bazen hafta sonunda, canı sıkılan, kafa dinlemek isteyen oraya gidiyor. Herkeste yazlığın anahtarı var. Bazen hep beraber de orada toplanıyoruz. Çeşme uzak kalıyor, çocukların hepsi çalışıyor. Gelinler, damatlar, kızlar, oğlanlar, hepsi çalışıyor. Çocuklarını ben büyütüyorum sırayla. Okula başlayan daha az gelir oluyor. Öyle, böyle, onlar da büyüyecekler. Allah hepsinin canını sağ etsin. Geniş bir ailemiz oldu çok şükür. Hayat işte, adeta piyango gibi… Kimin bahtına ne çıkacağı belli değil.
Yadigar iyi, merak etme. Sanki adını da bilerek koymuşsun. Bu adı, senin istediğini söylemişti Coşkun. Yadigar üçüncü çocuğuna hamile. Bir kızı, bir de oğlu var. Üç numara da erkek olacakmış. Doğumuna üç ay kaldı. Ama gözlerindeki hüzün hiç silinmiyor. Söz veriyorum sana, senin yanından gider gitmez, onu arayacağım ve senin adını onunla ilk kez anacağım. Bundan sonra onunla senden bahsetmeye çekinmeyeceğim. Ben seni yok saydım Aylin. Yadigar’ın hüznü belki de ondan. Ne kadar onu sahiplensek de, tam anlamıyla ait hissedemedi kendini. Hep kıyıda, kenarda tuttu kendini. Söz veriyorum sana Aylin, onun kendini bu aileye ait hissetmesi için elimden geleni yapacağım. Bu olanlar onun suçu değildi. Senin, benim, Coşkun’un suçu değildi. Oldu işte, yazgımız böyleymiş. Yadigar’ın doğması gerekiyormuş. Demek sen hiçbir yere ait olamadığın için, üzerindeki yüklerin ağırlığını taşıyamadığın için gittin. Şimdi anlıyorum, ecel sana gelmedi, sen ecelini çağırdın Aylin. Kendini ortada fazlalık hissettin ve kendini yok ettin. Otobüs kaza yapıp devrildiğinde, ortalık arbedeye dönüşmüş. Can havliyle kendine gelen, bir diğerine yardım etmeye çalışmış. Sen Yadigar’ı sıkı, sıkı kucağında tutuyormuşsun. Hem de Yadigar’ı üst tarafına denk getirmişsin ki, altında ezilmesin, kurtulsun diye. Annelik güdüsü işte, evladını korumak için ona siper olmuşsun. Onu, senin kollarının arasından güçlükle çıkarmışlar. Öyle sıkı, sıkı tutup kenetlenmişsin ki, Yadigar’ı kollarının arasından zor almışlar. Sizi bulan diğer yolcu öyle anlatmış.
Biliyor musun, Yadigar da mantıyı ve yaprak sarmasını çok sever. Bazen işteyken arar beni, ‘’Anne akşama mantı yapar mısın, çok canım çekti.’’ der. Ben de yaparım. Umarım bana anne demesine kızmıyor, aksine seviniyorsundur. Gerçi, hiç kimse insanın kendi annesinin yerini tutamaz ama elimden geldiğince anne oldum ona. Bir mimarlık ofisinde çalışıyor Yadigar. Ablaları ve ağabeyleri gibi onu da okuttuk, mimar oldu. Gerçi bunu zaten biliyorsundur, sanıyorum bunları ve çok şeyi gelip sana anlatıyordur.
Ben bugün buraya, nasıl ve niye geldiğimi bilmiyordum ya Aylin. Artık biliyorum. Sen Aylin, sen yoksun ve ben senin taşınla konuşuyorum. Seni dinlemeyi de isterdim ama artık neler anlatacağını tahmin ediyorum. Bunu yürekten hissediyorum.
Ben yalan, sen gerçek dünyadasın. Benim de sonum seninle aynı. Senin yaşamını sonlandıran güç, bir gün benim hayatımı da sonlandıracak. Seni affediyorum Aylin, seni affettim… Nasipte, gün gelip senin taşına konuşmakta varmış. Taşının, toprağının altında rahat uyu sen. Yadigar’la olan eksikleri de telafi edeceğim, sana söz veriyorum. Biz yarın; çoluk, çocuk, damatlar, gelinler, torun, torba, hep beraber yurtdışına gidiyoruz. Dur, nereye gideceğimizi bir kağıda yazmıştı çocuklar. Çantamdan çıkarayım da okuyayım sana. Yoksa benim aklımda nasıl kalsın, gavurun memleketinin adı. İşte buldum. Büyük Okyanus’un güneyindeki, Yeni Zelanda’nın Güney Adası’nın uzantısı olan, dağlık bir yarımadanın alçak kesimlerine kurulmuş bir şehre gidiyoruz. Adı, Dunedin. Sarıgözlü penguenleriyle ünlüymüş. Böyle yazmışlar. Ne bileyim, çocuklar ayarlamış, gidelim dediler gideceğiz. Dunedin için çocuklar, dünyanın en dik sokağına sahip diyorlar. Bilmem ki o yokuşu tırmanabilir miyim, artık yaşlanıyorum. Ama penguenleri çok severim, onları görmek için sabırsızlanıyorum. Hele de sarıgözlerini, onları yakından göreceğim için heyecanlıyım. Gerçi, göz rengi sarı olsa da onlar da bizim gibi görüyordur. Biliyor musun Aylin, ben çocukken, gözleri mavi olanların dünyayı mavi gördüklerini, yeşil olanların yeşil gördüklerini sanıyordum. Çocukluk işte. Artık öyle olmadığını biliyorum. Yani bu penguenler, dünyayı sarı görmüyorlardır. Fakat artık şunu biliyorum, dünyayı nasıl görmek istiyorsan öyle görüyorsun.
Hoşça kal Aylin. Bir daha gelir miyim, bilmiyorum. Fakat şunu biliyorum, artık hayatımızda bir hayalet gibi gezinmeyeceksin. Yok sayılmayacaksın. Bunun için kendime ve sana söz veriyorum. Emanetin, emanetimdir. Ona eskisinden daha çok sahip çıkacağım. Hepimizi af ettim, sen yerinde rahat uyu…
BEYHAN ERDAL |