Bu dünyaya gelirken herkes gibi benim de bir defa yaşama hakkım varmıs, ben o hakkı Uygun Terzihanesinden yana kullanmışım. Zaten öncesinden de belli ki hakkımda ilahi bir karar çıkmış, “Semih Uygun’un dünyada bir kerelik yaşayacağı hayatının saygıdeğer babası Salih Uygun’dan kalma Uygun Terzihanesinde ikame etmesi mecburidir.”diye. Bu konuda da İtirazım olmamış. İtiraz edemem ben, babam nasıl uygun görürse o olur.
Babam Salih Uygun, müşterilerine kıyafet dışında şans, kısmet, rızık, eğlence, hüzün dikmeyi becerebilen bir terziydi. Elle dokunulmayan, gözle görülmeyen bunca şeyi nasıl diktiğini hiç merak etmediğim gibi elle tutulur, gözle görülür bunca elbiseleri, ceketleri, etekleri, gömlekleri nasıl diktiğini de merak etmedim. Tabii ki babam bunları dikerken ben şahit oldum, etiketlere isim yapıştırıp onayladım. Tıpkı dedemden kalma dükkanda çırak olarak başlayan, babasının vefatından sonra usta olan babam gibi.
Babasının vefatı, her ne kadar dile getirmese de, babamın bir hayli işine yaramış. Dedem hayattayken oğlunun sadece çırak olmasını istemiş çünkü fazlasının onu babamesleği halkasından düşüreceğine inanmış. Dedemin koyduğu engeller öldükten sonra birden ortada kalkmış ve babam usta olmuş. Babamın usta olmak için çabalamasına gerek bile kalmamış. Sadece babasından kalan soyadının önüne ismini yakıştırmış o kadar.
Babamın dedemden devraldığı şöhreti yaşatmak için hepimiz ödün vermiştik yaşantılarımızdan. Karşılığında eve düzenli giren bir para ve gösterişli bir soyadı kazanmıştık. Bunlar için annem kocasını koluna takıp mağazalarda gezmekten, karşılıklı oturup bir yudum kahve içerken çocuklarının geleceğini planlama saadetinden; kız kardeşim pazar kahvaltılarında masaya birlikte oturmaktan, yaz tatillerinde bir aylığına da olsa kaçamak yapıp gidilen tatil beldelerini ballandıra ballandıra anlatabilme zevkinden feragat etmişti. Benim feragat ettiğim hiçbir şey yoktu. Okuldan sonra babamın yanında çalışıyordum. Akşam eve birlikte dönüyorduk. Liseye geçtikten sonra okuldan kaçıp babamın yanına gidiyordum. Akşam eve birlikte dönüyorduk. Terzihaneye iyice alışınca okulu bıraktım. Babamla annem okulu bırakıp terzihaneye başlayacağımı önceden biliyormuşcasına hiç bir şey demediler.
Terziliği öğrenmem uzun sürmedi. Bütün renklerin isimlerini, kumaşların çeşidini, dikişleri ezberledim. Babamın parmaklarının bir piyanonun tuşlarına basar gibi kumaşların üzerinde ahenkle dans edişi, iğneler, kumaşlar, metreler benim bundan sonraki masalımın gerçek kahramanları oldular.
Babam terziliğin gerçeklikle alakası çoktur derdi. Ben bu sözleri masasının çekmecesinde duran kitaplardan öğrendiğini düşünüyordum. Dikiş masamızın altındaki çekmecede benim hiç de ilgimi çekmeyen kitaplar duruyordu. Babam babasından kalmayan tek mirası olan bu kitapları okur, altını çizer, okuldan sonra yanına uğradığım bazı zamanlarda bana da okuturdu. Okulu bırakıp terzihanede temelli çalışmaya başlayınca babamın gerçeklik dediğinin kitap cümleleri değil, hayatın ta kendisi olan müşterileri olduğunu öğrendim. Kitapları bıraktım, terzinaneye gelen yüzleri okumaya başladım. Müşteriler regarenklerdi. Siyahı da vardı, mavisi de, yeşili de. Elbisesinin üstüne tam oturmasını isteyen de vardı, bol seven de. İşini gördükten sonra selamı sabahı kesen de, sohbetinden bal damlayanı da. Bunlara karşılık babamın da bütün bunlara çapını öleçemediğim bir sabrı vardı.
Gül hanım babamın en eski müşterilerindendi. En son geldiğinde, babamın yokluğunun belli olduğundan bahsetti, bu işi becerip beceremeyeceğimi sordu. Sonra da eski bir elbisesinin fazla fırfırlarını aldırdı. Beklerken aslında fırfırların görünüşte güzel olduğundan ama yürürken zorluk çıkardığından bahsetti. Gül hanımın 35 yıllık eşinden boşandığını, elbisesinin fazlalık fırfırlarını aldırdıktan bir hafta sonra duydum. Gül hanım hayatındaki fazlalık olacak her şeyi aldırmayı öğrenmişti bir kere, güzel bile olsa.
Kaya bey yeni mezun bir iktisatçıydı. Babamın öğrenciliğini bildiği müşterilerindendi. Bedenine oturan acı kahve bir takım diktirdi, başvurduğu şirketin mülakatından geçtiğini bir sonraki gelişinde haber verdi. İşe başladıktan kısa bir süre sonra kendisine münasip bir kız bulup evlendi.
Bedia hanım git gide şişen, giydiği hiçbir pijamaya sığmayan yatalak eşi için pamuk bir pijama takımı diktirdi. Yaşayan insan kefeni gibi pijamayı katlayıp poşete koydu, götürdü. Yatalak kocası vefat ettiğinde ölü kefeni için bir top beyaz kumaş almaya geldi.
Mücevher Kırmızı, bir hamile elbisesi diktirdi. Geldiği provalarda ayaklarının, kollarının şiştiğinden, eskisi gibi yiyemediğinden, uyuyamadığından bahsetti. Ayakta kalamadığı için her seferinde oturmak için izin istedi. Mücevher Kırmızı bir sonraki gelişinde doğan kızına sarı bir elbise diktirdi. Kızına Hayat ismini vermişti.
Terzihaneden herkese bir nasip düşünüyorken babama günlerce süren baş ağrıları, bel tutulmaları, göz kararmaları; bana da kendi gerçekliğimin kıyısına vuran bir masal düştü.
Babamın yaşı ilerlemişti, önceleri önemsemediği şikayetleri artınca terzihaneyi ben açmaya başladım. Babam, içi rahat etmediğinde öğlene doğru bir kaç saatliğine uğruyor, müşterileriyle sohbet ediyor, bana bir yığın talimat yağdırıyor, yaptığım hiçbir işi beğenmeyip memnuniyetsizce eve dönüyordu. Babamın memnuniyetsizliğinin arkasında benim terzihaneye kısa sürede alışmam yatıyordu. Aslında dedemin terzilik halkasından kopma korkusu babamda da ortaya çıkmıştı. Anlayacağınız armut fazla uzağa düşmemişti.
Babamın rahatsızlıklarıyla, memnuniyetsizlikleriyle meşgul olurken ben terzilik tarihime altın harflerle yazılacak bir fethe hazırlanıyordum. Aslında fethediyor muydum yoksa işgale mi uğruyordum bilmiyordum. Her sabah terzihanenin karşı sokağında bekleyen talihimle karşılaşmak için can atıyordum. Babamın rahatsızlıkları nedeniyle ben sabahları dükkanı açmaya başlayınca gözüme Ayşe çarpmıştı. Sadece gözüme çarpsa iyi, gönlüme, aklıma, kulaklarıma da çarpmıştı. İçimden Ayşe ismini yakıştırmıştım ona. Ayşe, beni koca bir enkaza dönüştürmüştü.
Süslü sözler söylemeyi sevmem, Ayşe su gibi bir kızdı. Temiz, berrak, sade, serin… Son nefesimi vermek istesem o sudan içmek isterdim. Kirlensem o suyla yıkanmak isterdim. Acıksam o sudan medet umar, susasam yine o sudan içmek isterdim. Berraktı berrak olmasına ama boğulmaktan korktuğum bir derinliği de vardı. Gidip konuşamıyor, tanışamıyordum.
Güne onu izleyerek başalıyordum. Yani utanmasam babama hastalandığı için teşekkür edecektim. Babam hastalanmasa, ben dükkanı sabah açmak zorunda olmasam, sonra her sabah onunla karşılaşmasam, yüzüme soğuk su çarpılmış gibi hissetmesem her şey bu kadar güzel olmazdı. Daha doğrusu her şey bu kadar hem güzel hem de kötü olmazdı.
Babamın birkaç güne geçer dediği ağrıları git gide arttı, terzihaneyi artık ben açıyordum. Sabahları terzihanenin kapısının kilidini, Ayşe’ye bağlı gözlerimin, kalbimin, ellerimin kilidiyle birlikte açıyordum. Ayşe işine gidiyordu ben de ona. Benim tek işim Ayşe’yi düşünmek, Ayşe’yi işlemek, Ayşe’yi konuşmak, Ayşe’yi düşünerek dikmek, Ayşe için diktiğim rengarenk elbiseleri askıya asıp teşhir etmek, Ayşeli yemekler yemek, çaylar içmektir.
Sanki dünyaya gelirken bir tane aşık olma hakkım varmış, onu da Ayşe’yi severken kullanmış gibiydim. Bu hakkımı tasarruflu kullanmam lazımdı. Mesela Ayşe köşe başında sabahları iş servisini beklerken ben saatler öncesinden orada olmalıydım. Ona bakarken gözüm ne kuşa, ne çiçeğe takılmamalıydı. Ondan başka kaç tane Ayşe varsa silmeliydim hafızamdan. Yeryüzünde tek bir Ayşe olmalıydı benim için. Sesini olabilecek en en güzel şekilde hayal etmeliydim. Hayalini kurarken üstüme başıma dikkat etmeliydim. İnsan ömründe bir kere aşık oluyorsa bunları yapmalıyım.
Bütün bunların yanında bir de Ayşe’nin terzilik tarihimde verdiği emekler vardı. Çıraklığımda öğrendiklerimi onu tanıdıktan sonra pratiğe döktüm.
Ben Ayşe’den iyi öğretmen görmedim. Uygun terzihanesini Ayşe’nin zatına tesis etmiştim. Ona yakışacak diye çiçekli elbiseler dikmeyi öğrenip vitrine asıyordum. Ayşe muhakkak görecek, beğenecek, gelip fiyatını soracaktı. Ben, “Ayıp ediyorsun Ayşe, fiyat sorulur mu? Beğenirsen, yeryüzündeki bütün tarlaların çiçeklerinden toplar, sana elbiseler dikerim.” diyecektim. Bana kalsa Ayşe’ye yakışacak bir milyon renk vardı yeryüzünde. Hangisini en çok sevdiğini bilmediğim için bütün renkleri ezberliyordum. Kırmızılar, maviler, kahverengiler, leylaklar, vişne çürükleri, gül kuruları, çini mavileri, fesleğen yeşilleri, turuncular… Bu kadar renge karşı tek bir Ayşe vardı.
Bir sabah yüzü asıktı, o gün hardal sarısı gömlek diktim, astım vitrine. Cuma günü gülüyordu Ayşe, gül kurusu yelek diktim, iş servisini beklediği köşenin tam karşısındaki cama astım. İlkbahar Ayşe’ye çok yakışıyordu, fıstık yeşili bir elbise diktim. Kumaşında yeni açmış kardelen desenleri vardı. Hesapladım, giyse dizlerine kadar gelecekti. Omuzlarından aşağıya aynı renkte küçük dantelleri dökülecekti. Beline, sever diye beyaz bir kemer bağladım. Bana kalsa renklerin ismine bir de Ayşe eklerdim. Ayşe sarısı, Ayşe yeşili, Ayşe beyazı.
Ayşe ile hiç konuşamadım. Konuşabilsem önce ismini sorardım. Hülya derse, adını söylemeden önce derin bir nefes alır, nefesimin yarısını ismini söylerken kalan yarısını da sonunda verirdim: Hül-ya. Belki de ismi Sevgi’dir diye düşündüm. Sevgi’yse, adını andığım her yere çiçek bahçesi olarak giderdim. Öyle olur olmaz anamazdım adını, gittiğim yerlere içi Sevgi dolu bir çiçek bahçesiyle sığamazdım. Mesela karın kışın ortasında, dışarısı soğuktan kırılırken ben Sevgi diyerek gül bahçesiyle dolaşırsam abes olmaz mıydı? Ne bileyim benim sevdiğim mevsim Sevgi’dir derdim, Ayşe’nin ismi Sevgi olsaydı. İsterse kışa dönerim, isterse ilk bahara. İsterse yağmurlu olurum, isterse parçalı bulutlu, ya da pastırma yazı. Sevgi’nin bir sözüne bakar mevsimim derdim. Ama yine de en çok Ayşe olmalıydı. Az önce saydığım her şey ancak bir Ayşe’de toplanırdı. Hiç konuşmadım ama ismini Ayşe koydum.
Sesini hayal ettim. Hiç duymadığım sesinin konuşurken suyun şırıltısına mı, kuş cıvıltısına mı benzediğini düşündüm. Onun sesinden ismimin söylenişinin nasıl olacağını düşündüm. Sesini duymadığım, ismini bilmediğim bir Ayşeyi sevmenin hakkını vermeliyim deyip konuşmaya karar verdim. Babam hâlâ hastaydı ve ben tahtını babasından devralmış bir usta terzi olmuştum. Ayşe evet derse ona beklentilerimden, hayallerimden bir gelecek dikecektim. Onunla konuşmaya karar verdikten sonra sabahları evden çıkmadan önce saçlarımı tarayıp çıkmaya başladım. Ayşe’nin sevdiğini düşündüğüm renklerden süveterler giydim kırık beyaz gömleklerimin üstüne. Söyleceklerimi yazdım kağıda, ezberledim. Nerede nefes alacağımı, ne zaman göz göze gelip susacağımı, hangi sözlerle başlayacağımı… Ne kadar hazırlıklı gidersem gideyim onu görünce tüm ezberlerimi unutuyordum. Dilim tutuluyordu. Ayşe gözden kaybolduğunda aklımı da beraberinde götürüyordu.
Dünyada bir kere aşık olma hakkım varmış da ben tüm hakkımı Ayşe’yi sevmek için kullanmışım gibi sevdim. Ben konuşmak için cesaretimi toplayamayınca Ayşe geldi bir öğlen terzihaneye, dayısıyla. Dayısı komşu esnaftı. Dayısıyla konuşurken ben Ayşe’nin yüzünün kıvrımlarında derin dalgalarla boğuşuyordum. Ben sustum, dayısı konuştu. Dayısı konuştukça su yükseliyor, ben derine batıyor, boğuluyordum. “Yeğenim sağır, dilsizdir. Annesini kaybettik küçükken, babası da evlenip gitti. Biz büyüttük annemle. Düğünü var bu hafta sonu. Komşuluk hakkı, gelirseniz mutlu oluruz.” dedi. Konuşabilsem, “Yeğenim demek yakışmıyor, lütfen ona Ayşe deyin.” diyecektim. Davetiyeyi masaya bıraktı. Dayısı mutlu olarak çıktı dükkandan, peşinden de Ayşe. Ben de geride kalan gerçekliğin acımasız sularında boğulup gitmiştim. Dönüp yüzüme dokunsaydı, yüzünün kıvrımlarında sahile vurmuş cansız bedenime dokunacaktı. Ayşe’nin peşinden de sesini duyamayan ruhum yükseldi ve çıktı. Engel olamadım. Oturduğum sandalyede Ayşe’nin enkazından geriye kalan uzuvlarımla zarfı aldım. Üstünde babama ithafen “Salih Uygun ve Ailesi” yazılmıştı. Açtım, içinde süslü harflerle Hanife ve Ömer yazılmıştı. İki ismin arasında iğreti duran bir kalp çizilmişti. İsmi Ayşe değil Hanife’ymiş, öğrendim.
Aysel KİŞİ